2000'li yıllarda kapitalist ideologlar, ısrarla tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiğini belirterek olası alternatif hareketlerin değerini düşürmeye uğraştılar. Yeni yönetim anlayışlarının eskisinin kopyası olduğu iddiasıyla ayrımın anlamsızlaştığı bir kanala zorlamaya çalıştılar. Sürekli hüküm sürmüş merkeziyetçi, otoriter, determinist, sanayileşmeci ve devletçi yönetim anlayışları; kapitalizmin kitlelere sunduğu özgürlük yanılsamasını hiç bir zaman gerçekleştirmedi. "Daha az devlet daha çok toplum" hayali ise alt kültürlerin hala çatışmaya devam ettiği bu yüzyılda dünya kaynaklarını daha az kullanmak zorunda bırakılan ülkelerde uygulanabilir olmaktan çok, sömürü ve hak kaybına yol açan bir sürece gitmekten öteye geçememiştir.
Üniter
devlet, merkezi idarenin üstünlüğüne dayalı
ve idari birimlerin sadece merkezi yönetimin devretmeyi uygun gördüğü yetkileri
kullanabildiği, tek bir birim olarak yönetilen devlettir. Dünya
devletlerinin büyük çoğunluğu üniter
yapıdadır. Üniter yapısını kaybetme eğilimine giren tüm ülkeler
parçalanmış ve kaynakları dünya sermayesinin cirit attığı coğrafyalar haline
gelmiştir. İnsanları ya telef olmuş ya da yersiz yurtsuz bırakılmıştır. Günümüzde
Irak ve Suriye, yakın gelecekte İran ve "Oltadaki Balık Türkiye" bu
girdabın tam merkezindeki ülkeler konumundadır.
Ulusal
siyasette ve terörize edilmiş kitleler ile üniter yapıyı ve milli sınırları
bozamadığı zaman "sistem", yerel siyasete yönelmeyi uygun buluyor.
Yerelden yükselerek merkezi iktidarı fethetme örnekleri, kapitalist sistemin
hakim sınıfı olan sermaye partilerinden gelmiştir sürekli. Paris Belediye
Başkanlığı'ndan gelen Chirac'ın Cumhurbaşkanlığı süreci buna bir örnektir.
İran'da Ahmedinecad da metropol belediyeciliğinden yükselerek zirveye
ulaşmıştır. 1994 yılında Refah Partisi'nin burun farkıyla seçimi alıp, 1995'te
genel seçimlerden 1. parti olarak çıkmasının ardından dönemin İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2001'de kurulan AKP ile
geldiği zirve de el değiştiren sermayenin yine hakim güç olduğu başka bir
örnektir. Esasen yerel yönetimler, rant kovalama ve iktidarı ele geçirme
pratiğinin imitasyon staj alanlarıdır. Uluslararası müdahalelerin ve küçük
dokunuşların ulusal gündemi meşgul etmediği arka bahçelerdir.
Sözün
özü esasen şudur; milli siyasette hakim uluslararası burjuvazinin etkisi
muhalif partiler tarafından kritik edilerek anında refleks geliştirilen bir
alan iken; belediyeler ve başkanları aynı otorite tarafından yönlendirildiğinde
daha sinsi ve arka plandan topluma empoze edilen subliminal mesajlarla amaca
uygun staj alanları yaratılabilir.
Bu
açıklamaların ardından CHP'nin İstanbul adayı İmamoğlu'nun ilk medya sınavında
sempatik taleplerle süslenmiş özerklik talebi adlı
siyasetini açalım.
"İstanbul yolunu ve yörüngesini yitirdi.
Hikayesini yitirdi. İstanbul'un su anda bir yol haritası yok. Kent Anayasası diyoruz. Kente ihanet
edilmesin, uzun vadeli stratejik kararlar, ortak akılla ve mutabakatla alınsın
istiyoruz. Dediğim dedik olunmasın, kentin ortak iradesi her şeyin üstünde
olsun istiyoruz. İstanbul'un 2050 hedefini bilelim, 2050 yılına çocuklarımızı, gençlerimizi
hazırlayalım. İste bu yüzden Istanbul,
Ankara'dan yönetilemez diyorum."
Gelelim
işin analizine. "Kent Anayasası" tabiri mevcutta milli bir anayasası
olan ülkede alttan verilen ayrılıkçı bir taleptir. Anayasanın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez. Teklif
edilmesi halinde Cumhuriyet Savcılarının ivedilikle harekete geçmesi
gerekmektedir. Bu köşe yazısı bir suç duyurusudur.
"İstanbul,
Ankara'dan yönetilemez!" iddiası neticesinde bir Denizlili olarak bana da;
ödediğimiz vergi ile devletten aldığımız yatırımı kıyaslamak suretiyle
Denizli'nin Ankara'dan yönetilemeyeceğini, kendi içinde özerk ve bağımsız bir
cumhuriyet olduğunu savunmak hakkı verir. Bu hak öyle argümanlarla donatmamı
sağlar ki bu talebi, ayrılıkçı bir "efe" teşkilatlanması
kurar; istersem atlı birlikler halinde kente korku salarım. Ya da Ege'nin
dağları efelere çok mesken olmuştur. Dağa çıkmasını sizden öğrenecek değiliz. Zira
bu topraklar "Arap atlar yakın eyler ırağı / yüce dağdan aşan yollar bizimdir
/ belimizde kılıcımız kirmani / taşı deler mızrağımızın temreni / hakkımızda
devlet etmiş fermanı / ferman padişahın dağlar bizimdir" diyen bir
Dadaloğlu daha çıkarabilir. Kim bilir
belki de; "Başına bir hal gelirse / Dağlara gel dağlara / Seni saklar
vermez ele / Dağlara gel dağlara" diyen Gevheri.
Ülkede
Muhalefet Bakanı "Bütün meydanların dolması gerekiyor der", öteki de
15 Temmuz sakızı ağzında "O meydanları yine hepinize dar ederiz"
külhanbeyliğinde bulunur. Bu savaş çığırtkanlıkları ve kışkırtmalar işe
yaramayınca da sen çıkar özerklik talep edersen; bu karmaşada toplum
benzerlerin içinde en bildiğine yönelir ve rakipmiş gibi göründüğün yarışmada
tarihin tozlu sayfalarına hiç doğmamış bir karakter olarak geçersin Sayın
İmamoğlu. Sonra pas attığınız ve ortaklaşa yarattığınız partinin lideri de
sizleri topyekün sükunete davet ederek toplum nezdinde popüleritesini artırmaya
devam eder. Çok IYI hareketler
bunları. Ama hangi projenin ürünüsünüz siz ve hangi hazineyi paylaşmak
niyetindesiniz?
1960'lı yıllardaki "ortanın solu" tartışmasını bilen bilir.
İnönü, CHP'nin ortanın solunda bir parti olduğunu söyleyince, Ecevit bu
düşünceye sahip çıkmış, buna mukabil, Turan Feyzioğlu ekibi, sıcak bakmamıştı.
Neticede 1967'de Feyzioğlu, 47 senatör ve
milletvekiliyle CHP'den ayrıldı. Ortanın solu ekibinin fikir
babaları, Ecevit'in yakın danışmanları "Mülkiye
Cuntası" denilen Haluk Ülman, Turan Güneş, Besim Üstünel,
Ahmet Yücekök ve Deniz Baykal gibi isimlerden oluşuyordu. Bunlar, Nihat Erim,
Kemal Satır, Turan Feyzioğlu ekibine karşı mücadele ettiler ve zaman içinde
İsmet İnönü'yü de tasfiye ederek parti yönetimini ele geçirdiler. O yıllarda
Bülent Ecevit'in başyazarı olduğu aylık Özgür İnsan dergisinin Haziran 1972
tarihindeki ilk sayısında Ülman ve Yücekök'ün ortak makalesinde geçen bir
cümleyi aktarmayı uygun buldum. "CHP'nin farklılaşan Türkiye koşulları
nedeniyle değişen gerçeklere ayak uyduramayan, bu yeni sorunları içtenlik ve
halkçı bir anlayışla benimseyemeyen bir siyasi örgüt olarak kalmasının CHP'yi
hiç bir zaman ciddi bir iktidar alternatifi yapmayacağını en az Ecevitçiler
kadar yakından bilen CHP'nin siyasal sağcıları, toplumun geniş tabakalarına
yönelmeyi amaç edinmiş ve ülkemizdeki demokratik sürecin sağlığı bakımından
gerekli olan ortanın solu hareketini desteklemek şöyle dursun, partideki böyle
bir gelişmenin şiddetle karşısına çıkmışlardır."
Tarihe tanıklık
ediyoruz. CHP 1970'lerdeki aynı süreçten geçiyor. Ama o süreçte yaşanan keskin
ayrışmaya gerek duymayacak bir yapı DSP şemsiyesi altında Ecevit'in
"partiyi kapatmayın" mirası üzerinde şekillenmiş halde pusuda
bekliyor. CHP tarihinin son seçimine girecek ve muhtemelen misyonunu yitirmiş
bir kurucu parti kimliği ile tarihteki yerini alacak. Çünkü yerel seçimlerde
tüm davranış düzlemlerinde stratejisini "kaybetmek" üzerine
kurgulamış ve kendi bacağına sıkan bir görüntü vermekten öteye geçemiyor. CHP
İstanbul adayı da bunu ispatlar nitelikte konuşuyor.
Daha çatal, bıçak, kaşık
icat edilmemişken
İsmail'e inen koç kurban
edilmemişken
Bir kavga başlamış ki
nasip kısmet uğruna
Kapağı ver kulbu al
kurbanı hiç soran yok.
Ortada
günlerdir devam eden "farzedelim ki" minvalinden seçim pazarlıklarını
vatandaş artık iğreti ile izliyor. Kemal Kılıçdaroğlu'nun meydan restine,
meydanları dar etmekle tehdit eden Tayyip Erdoğan refleksi eklenince onları
sakin olmaya davet eden Akşener siyaseti prim yapmaya başladı. Biz Devlet
beyden bir aksiyon beklerken, hemen üstüne ayrılıkçı söylemleri ile İmamoğlu
devreye girerek 780.000 km2 Türkiye adlı hazine parsel parsel
"farzedilerek" paylaşılmaya başlandı. Kapağı alan kulbu uzatıyor ama
sofrada vatandaş kurban. Millet seçimlerde buna müdahil olsa pişkinlikle
diyecekleri de belli. Biz memleket için böyle farzetmiştik.
Temel, Cemal, İdris, Dursun ve birkaç
arkadaşı, eski bir taka ile balık tutmaya giderler. Münasip bir yer bulup
oltalarını denize salarken, Temel bilgiç bilgiç konuşmaya başlar:
-“Arkadaşlar, ha purasu Ermeni’lerin firar ederken kullandıkları
sahildur. Pen tuymuştum ki, punlar puradan kaçarken, dalgalu tenuzde patmamak
için, kıymetlu eşyalarunu denuza atmuşlar. Şimdi istermisunuz, piz paluk yerune
o hazinelerden pirini bulalum? Ne tersunuz uşaklar?...”
Cemal cevap verir:
-“Aaah uşağum keşke! Pen hemen ha pu takayu
yenilerum…”
İdris lafa karışır:
-“Hay ağzun pal yesun, pen de hemen evlenurum
da!!!”
Dursun itiraz eder:
-“Ha uşaklar n’oliyusunuz? Piz adam teğilmiyuk? Ha
puraya sekiz kişiyiz, ha bu arkataşlarun kafalaru kelmu? Pize de pir hisse yok
midur?”
Derken, hazine hissedarları çoğalınca, hak sahiplerine
paylar azalacağı için kavga iyice kızışır. Temel hiddetli bir şekilde
bağırır:
-“Ha uşaklar, pu kün ha
puraya paluk tutma fikrunu pen vermiştum. Onun içun hazinenun yarusu penum
hakkumdur!!!”
Cemal itiraz eder:
-“Hadi canum sende, ha pu
taga penumdur, hazinenun yarusu penum hakkumdur!!!”
İdris daha çok kükrer:
-“Ha pu sahile gelmek penum
fikrim idi, sizu hazinenun tam üstüne pen keturdum. Hazinenun yarusu
penumdur!!!”
Dursun ve diğerleri de bu menfaatten hisse kapmak için
itiraz edince, korkunç bir kavgaya tutuşurlar. Birçoğu kan-revan içinde ve
üst-baş yırtılmış vaziyette sahile çıkıp şehre varırlar. İlk işleri hastanede
tedavi görüp, karakola gitmek olur. Şikayetleri üzerine, oradan da acilen
mahkemeye sevk edilirler ve nöbetçi hakimin karşısına çıkarılırlar. Hakim bey
yoklamadan sonra şikayetlerini sorar ve Temel olanları bir bir anlatır.
Bunun üzerine hakim tekrar sorar:
“-Böylesine canciğer
arkadaşları, bu kadar yaralayacak, hastanelere ve mahkemeye kadar, birbirine
düşüren o kıymetli hazineyi, ben de çok merak ettim. Şimdi nerede o
hazine?...”
Hep bir ağızdan cevap verirler:
“-Hazine-mazine yok hakim bey, piz FARZ EDELUM
temuştuk…”
Sevgili vatandaş; sapa kulba kapağa itibar etme.
Anadolu topraklarında Doğruları Söyleyen Parti olarak BEREKET sofrası kurmaya
hazırlanıyoruz. Bu sofrada herkesin yeri var. Millet dalkavukluğu yapan
sloganlara kanacak lüksün yok artık. Bunlar konuştukça sen de aç ağzını yum
gözünü. Ağzı açık gözü toklar bizde baş köşeye oturuyor. Kula kulluk edenlere
de sofrada yerimiz var ama taş döşek hazırladık onlara. Bu toprakların
bereketini artırmak için nefsine hakim olursan kurulursun tahtına, çalakaşık
saldıranların ne çıkarsa bahtına.
Volkan ÇOBANOĞLU
DSP DENİZLİ İL BAŞKANI