Tarımda ve hayvancılıkta yeni bir
yol bulmamız gerekiyor, diyoruz ya hani. Belediye başkanlarımız da bu işe sıcak
bakıyor ya… İşte; belki çorbada tuzumuz olur, diye düşündüm. Olur ya hani;
yerel devrim kırlardan başlar da şehirlere kılavuz olur…
“O sene de maşallah siyah üzüm bağı
öyle ürün vermişti ki deme gitsin. O sepetleri bağdan yola taşıyacağım diye
sırtımda ne çekmiştim ama. Mesafe neredeyse iki kilometre. O kadarla kalsa iyi,
minibüs durağından hadi bir de Kaleiçine, Bayramyerine, Ulu caminin oraya…
Değmişti ama be. Çok mutlu görmüştüm seni o sene… O zamanlar belediye, sokak
aralarında köylünün malını satmasına izin verirdi. Tamam, herkes kendi
bacağından asılırdı ama olsun, en azından hiç aracı olmadan tüketiciyle
buluşurdun. Şimdi öyle mi ya; pazar yerleri çoğaldı ama, köylüye usulen yer
veriyorlar bir köşede. Neymiş, her şey halden geçecekmiş. Bir sürü aracı,
komisyoncu, vergi. Ondan sonra köylü de vatandaş da mağdur tabi. Halbuki hep
sorar dururum; niye üretim ve tüketim kooperatifleri kurulmaz diye? Belediyeler
buna niye öncülük etmez? Birkaç istisna dışında bizimkiler de bu işe ağırlık
vermiyorlar. Zaten azınlıktasın belediyelerde, hiç olmazsa halka yeni bir yol
göster, üretici de tüketici de hakkının korunduğunu görsün, sana destek artsın.
Nerdeee. Ondan sonra da hayıflanır dururlar; biz neden iktidar olamıyoruz?
diye. Şu küçücük Ovacık kadar olamadık vesselam!
Düşünsene; Honaz'ın kirazı,
Çivril'in elması, Çameli'nin fasulyesi, Kale'nin biberi, Gözler'in kekiği,
Serinhisar'ın nohudu, Çal, Bekilli, Güney'in üzümü, Acıpayam'ın bademi... Her
ilçenin en az bir favori tarım ürünü olsa, belediyeler öncülüğünde üretim
kooperatifleri kurulsa, yerli ve yabancı pazarlarda doğrudan tüketiciyle
buluşan, yerli tohumun kullanıldığı organik ürünler olsa bunlar, yine
bölgelerde belediyeler eliyle tarım laboratuarları kurulsa, ürün çeşitliliği ve
kalitesi bu laboratuarlar tarafından yönlendirilse... Hem elde edilen gelir
köylüye adil bir şekilde dağıtılsa, hem de tüketici ucuz ve kaliteli beslenme
olanağına kavuşsa. Ve tüm bu örgütlenmenin başında bizim toplumcu
belediyeciliği uygulayan politik önder kadrolar olsa... Olsun diye yola çıktık
çıkmasına da, ilk çelmeyi kendi içimizden yedik be. Ne yapalım, hayırlısı.
Sizin zamanınızda dayanışma duygusu çok daha güçlüymüş. Ah o ortam şimdi olsa…
Hani, bir de cam fabrikası
faaliyete geçmişti ya o sene. Onu da başarmanın keyfi vardı sanki üzerinde.
Benim de biraz çalışmamı sağlamıştın orada,
“Sigortan başlasın” demiştin,
“İlerde lazım olur.”
Bu köylü senin hakkını ödeyemez be,
köyün yarısı emekli olmuştur oradan herhalde, senin sayende… Köy yerinde cam
fabrikası, hem de o fesat muhtar Kafa’ya rağmen. Eee, serde yine halk
partililik var tabi. Ecevit parlayan yıldız o zaman; Karaoğlan! Kalkınma köylüden
başlayacak ya; Saracoğlulardan biriyle irtibat kurmuşsun, mühendismiş;
“Cam fabrikası yapalım buraya”
demiş,
“Tüm köylü de ortak olsun.”
“Patronsuz fabrika yani, isteyen de
işi öğrenip burada çalışsın.”
“Olur mu?”
“Olur.”
“Ne kadar arazi lazım?”
Geçmiş zaman, elli dönüm kadar
falan. Deli çamın orada hazine arazisi var, Ankara’dan bu işe tahsis edilmesi
lazım. Tüm köylüden, yurt dışında çalışanlardan da para toplayıp hisse senedi
satmak lazım. Yine düşmüşsün öne, yine düşmüşsün yollara… İki senede fabrikayı
bitirmiştiniz. Temel atma törenini bile hatırlıyorum, biliyor musun? O çam
ağaçlarını diktiğimiz yerde top sahası vardı, orada kurbanlar falan kesilmişti.
Bozoğlanla gelmiştim oraya. Fabrika ha, hem de köye… Bu köylü senin hakkını
ödeyemez be…
Sonra fazla yaşamadı bozoğlan, bir
ay, ya da ondan azıcık fazla… Niye böyle acı acı gülümsedin? Evet, evet. Kendi
ellerimle kazmıştım mezarını. Hani şu ninemin diktiği esmer incir ağacının
dibine. Bir görsen; her yıl o kadar çok, o kadar ballı incir veriyor ki hala.
Dalları yola kadar uzandı, kesmiyoruz, gelen geçen yesin diye. En çok da
köprüdaşın oraya ev yapan boz Memed var ya, o yiyor işte, bozoğlanın hatırına
herhalde. Her seferinde anamı görüp,
“ Helal edin emi” dermiş…
Bir buçuk metre kadar vardı de mi
kazdığım mezar? Tabi ya, en az o kadar. Tek başıma sürükleyememiştim tabi,
anamdan yardım istedim. Her birimiz ikişer ayağından tutup sürüklemiştik oraya
kadar, sonra da kendi başıma onca toprakla örtmüştüm üzerini. Bir güzel mezar
taşı yapmıştım tahtadan. Kemikleri duruyor mudur ki hala?
Hiç unutmam; Sarıkızı da satmıştın
böyle. Beşteydim herhalde ben, İbrahim’in üniversiteye gideceği yıldı galiba.
Tabi ya, bu sefer ona para lazımdı. Ama sütüydü, kaymağıydı çok işimizi görürdü
be. Hele anamın, işten güçten yemek yapamadığı gecelerde. Biliyorum, bana çok
bağlıydı sarıkız. Sattığın adam şehirden gelip teslim almış, ama koca kapıdan
dışarıya kadar bile çıkartamamıştı. Adam ipini her çekiştirdiğinde, ayaklarını
öne doğru gerdirip milim kıpırdamaz, möö diye acı acı bağırırdı çaresiz.
“Hadi, seni kırmaz, beraber inin
şehre, sonra minibüsle dönersin” demiştin.
Hiç itiraz etmeden, ama için için
ağlayarak düşmüştüm yollara. Sarıkız inadını bırakmıştı beni görünce. O yaşımda
kaç saatte indik bilmiyorum şehre, günlerce düşüme girmişti o uzun yürüyüş…
Aslında o zamanlar köylü, bu kadar tarımdan uzaklaştırılmamıştı. Büyük
küçük herkes bir işin ucundan tutardı. Şimdi öyle mi ya; ekmesin, biçmesin,
yetiştirmesin diye köylüye teşvik veriyorlar, olacak şey değil. O dayanışma duyguları
hepten köreldi, herkes birbirini adeta düşman beller oldu. Hatırlıyorum da;
sarıkızın olduğu zamanlar, köyde hemen hemen herkesin bir ineği vardı. Köyün
suyu çoktu tabi o zamanlar. Şehirde bu kadar sondaj yapılmamış, belediye de
köyün suyuna el koymamıştı. Çoluk çocuk tarlaya bahçeye, oradan da pazarlara
gidildiği için olsa gerek, inekleri topluca otlatmaya götürürdük. O imece işi
de yine bizim mahalleden başlamıştı dimi? Evet ya, silme halk partisine çıkardı
oylar. Her gün iki aileden birer kişi sırayla ineklere çobanlık yapardı.
Sarıkız beni çok seviyor tabi, bizde bu iş bana düşerdi. Sabah erkenden inekler
teslim alınır, ilk durak gezekyerinde toplanılır oradan ver elini meralar.
Sıcak bastırıncaya kadar otlanırdı inekler. Güneş tam tepedeyken deliçeşmenin
oraya varılırdı. Dağdan gelirdi suyu, önünde de hayvanlar rahat içsin diye
boylu boyunca yalak vardı. Taş duvarlardan çepeçevre ağıl gibi gezek yatağı
yapılmış zamanında. İçinde, çevresinde
asırlık çınarlar vardı. Şimdi biraz kolu bacağı kesilmiş ama, hala oradalar.
Çeşme yok ama yerinde, nedense...
Deliçeşmede akşam üzerine kadar mola verirdik, çınarların gölgesinde geviş
getirir, bir güzel uyurdu inekler. Yalaktan akan sular dereye varıncaya kadar
birikintiler oluşturur, üzerinde binlerce sinek, arı, kelebek ha bire döner
dururdu... Hele o kocaman at sinekleri yok mu, hiç rahat vermezlerdi ineklere.
Biz de çıkınımızı orada açardık. Anam ne koyduysa artık; haşlanmış yumurta,
kumpir, soğan, domates, biber, yufka ve tuz. Bir güzel karnımızı doyururduk.
Tekrar otlatmaya çıkıncaya kadar sırayla uyurduk. Otlaya otlaya köye doğru yol
alır, akşam serinliğinde varırdık. Hayrettir, ineklerin hepsi kendi başlarına
evlerinin yolunu bulurdu, kapıya geldiklerinde de, ben geldim dercesine, mööö
diye bağırırdı. Ne günlerdi be...
Şimdi öyle mi ya; güya besicilik
yapıyor herkes, elinde Hollanda'dan gelen üçer beşer inek, ama herkes kendi
halinde, kendi derdinde. Mesela sormazlar; yahu bu inekler geldikleri yere göre
neden yarı yarıya süt verir, diye. O yirmi litreyi de hakkıyla satabilse! hepsi
de yemdi, hastalıktı derken tüccarın elinde esir...
“Bir öne düşen yok mu,
kooperatifti, dayanışmaydı diyen yok mu?”
“Olmaz mı; yine köyün delisi biz
oluyoruz, yollara düşüyoruz, anlatıyoruz; yahu hepiniz aynı saatte kalkıyorsunuz,
yemiydi, suyuydu, sağımıydı diye aynı saatte hayvanlarla ilgileniyorsunuz, her
evde ayrı bir masraf, ayrı bir mesai. Şu hayvanları bir araya toplasanız; hepsi
bir elden beslense, sütleri bir elden sağılsa, yemi toptan alınsa, hatta
meralarda çayırları birlikte üretseniz, sütler tüccara bile vermeden doğrudan
tüketiciye ulaşsa, hastalıktı sağlıktı hepsi bir elden bakılsa, bölgeye ait bir
laboratuar olsa; burada hangi inek nasıl beslenirse sütü daha çok ve sağlıklı
olur diye araştırılsa, her hayvanın kulağında birer çip olsa, ne yedi ne içti
hepsi bilgisayarlara işlense, sen evinden ya da akıllı telefonundan besihaneye
bağlansan, ineklerin ne durumda, ne yiyip ne içiyorlar, ne kadar süt veriyorlar
anında izleyebilsen... Hem üretici hem de tüketici kazanmış olmaz mı” diyoruz.
“Eh, iyi güzel diyorsun da kim
düşecek öne?” diye soruyorlar.
Haklılar tabi; vahşi kapitalizm
böyle demiyor ki, hele iktidar! üretim, birlikte üretim bir öcü sanki...
Aslında hem onlara, hem de bizimkilere anlatıyoruz; çağın ruhuna uygun,
emeği ve üretimi toplumsallaştıran, teknoloji devrimini önceleyen, üretimden
doğan artı değerin üretenlere ve mazlumlara adil bir şekilde dağıtıldığı
bölgesel kalkınma modelini. Bakın diyoruz; bu model vahşi kapitalizm karşısında emeğin ve emekçinin kurtuluşu
olabilir. Bunu hem ülkemizdeki, hem de emperyalist ülkelerdeki iktidar
sınıfları gerçekleştiremez. Bu ülkelerde, genel iktidarları ele geçirmek kısa
vadede pek mümkün görünmüyor. Hele hele kendi ideolojisine ve gücüne güvenmeyen
bizimkilerin ha bire sağa yaslandıklarını görünce. O halde globalleşmeyi
enternasyonalist bir ruhla emeğin lehine kullanmak gibi bir yol örmemiz
gerekiyor. Bunun için de önce emeğin tanımını yeniden yapmamız ya da
güncellememiz gerekiyor. Hele hele bilginin bu kadar başat bir rol üstlendiği,
iletişimin bu kadar hızlı olduğu bir dönemde... Ülkemiz açısından da bunu
yerellerde başlatmamız gerekiyor. Yeniden, toplumcu belediyecilik anlayışıyla,
emekçi halk kitlelerine, solun, umut ve gelecek vaat ettiğini anlatmamız, uygulamalarımızla
da göstermemiz gerekiyor. Bunun için de
bölgesel kalkınma modellerini olgunlaştırmamız gerekiyor...
“Dur! dur, şunu benim
anlayabileceğim şekilde, basitçe anlat hele. Yani şimdi sen, bizim, zamanında
yapmaya çalıştığımız kooperatif ya da çok ortaklı şirket modellerinin birer
kurtuluş olduğunu mu söylüyorsun? Peki öyleyse, zamanında bu modeller neden
başarısızlıkla sonuçlandı?”
O zaman dünyada neoliberalizm hakim olmaya
başlamıştı, hani şu serbest piyasa ekonomisi diye bizim şişman adamın öncülük
yaptığı döneme geliniyordu. Ayrıca hangi emperyalist ülke bizim onlarla yarışır
bir ekonomiye sahip olmamızı ister ki? Hele hele içeride bu kadar gönüllü bir
işbirlikçi yönetimler bulmuşken. Yani arkanızda, size sahip çıkacak, koordine
edecek, halkın oyuyla gelen meşru bir demokratik otorite yoktu.
Oysa şimdi, özellikle
büyükşehirlerde durum o kadar farklı ki, kullanmasını bilene o kadar geniş
yetkiler sunulmuş ki, anlatamam yani. Uluslararası tekeller, kendi sömürü
düzenlerini doğrudan, en küçük hücrelere kadar nüfuz edebilmek için globalleşme
diyerek bu durumu yarattılar. İşte biz bu durumu emeğin ve ezilen en geniş halk
kitlelerinin çıkarına kullanabiliriz. Nerede? Yerel yönetimlerde. Nasıl?
Toplumcu belediyeciliği özümsemiş önder kadrolar eliyle.
Hatta dayanışmayı ülke
sınırlarından dışarıya taşırabiliriz. Bunun için belki de nasıl bir yol
izleneceğini tüm sol kesimlerce tartışmak, bunun için belki de yeni bir
enternasyonal toplantısı yapmak gerekir...
“Dur biraz, şu anlattıklarından
herhalde, yoruldum ben, kafam zonklamaya başladı. Sarıkızdan nerelere geldik
böyle…”
Öyle deme. Boşuna dememiş Atam; “köylü milletin efendisidir” diye. Bu işleri düzeltemezsek soğanı, salatalığı, domatesi tane ile, karpuzu a dilimle satın almak zorunda kalacak bu millet. Gıda savaşları da işin cabası. Bu yüzden işi, şimdiden sıkı tutmak gerek. Yerel devrimi kırsaldan başlatmak gerek.