Ne acayip iştir ki, okur gibi YAŞAMAK…
Bu ne menem gidiştir ki, TARANTA-BABU…
Bugün bu,
“Bu inanılmayacak kadar güzel”
Bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:
Böyle zor;
Bu kadar,
Dar;
Böyle kanlı,
Bu denlü kepaze…
Arkadaşı Vâlâ’ya
göre; Nâzım Hikmet, şiirlerini, ahengini duymak için ayakta yüksek sesle
söyler. Şiirleri kâğıda yazarken son derece titiz davranır. Şiirdeki bir
virgülün yerini değiştirmek için kâğıdı yırtıp şiiri tekrar yazmaktan hiç
üşenmez. Fakat şiirin içine iyice girdiğinde mısraları bazen nakış işler gibi
yazarmış. Hapishanelerde Nâzım Hikmet’le bir müddet kader birliği etmiş Kemal
Tahir onun şiir yazmasını şöyle anlatır:
“Bir sarı defter alır, ilk
sayfasına şiirin adını, daha sonra ilk mısrasını yazardı. İkinci mısrayı
bulduğu zaman ilk sayfayı kopartır, yeniden şiirin adını, ilk mısrasını, altına
da ikinci mısrasını yazardı. Bu böylece sayfa dolana kadar, 20-30 kere
üşenmeden sürüp giderdi. Bir tek virgül değiştirmek için bile, yeni bir sayfaya,
bütün bir sayfaya baştan başlayıp yazdığını çok gördüm. Burada söz konusu olan,
şiirin hazırlanışıdır. Bir kere havasını kendine yeter görecek şekilde tutturdu
mu, ondan sonra artık tashih edilmiş sayfalardan sinirlenmez olur, şiiri bazen
notalara çevirecek kadar çizip karalayarak yazar giderdi.”
Hapishane hayatında, açlık grevleri de yaptı
Nâzım, çokça…
“Bir kırda yatıyor gibiyim bu Mayıs ayında geceleyin…
Ve gözleriniz ışıl ışıl
yıldızlar gibi başucumda;
Ve elleriniz tek bir el;
Anamın eli gibi,
Yârimin eli gibi,
Memed’in eli gibi,
Hayatın eli gibi avucumda…
Kardeşlerim;
Zaten beni,
Hiçbir zaman bir başıma bırakmadınız…
Hem sade beni değil,
Memleketimi ve halkımı da…
Sizinkileri benim sevdiğim
kadar;
Siz de benimkileri seviyorsunuz diye,
Sağ olun kardeşlerim,
Teşekkür ederim…”
Nâzım’ın açlık
grevi bütün dünyada büyük yankılar uyandırır. Birçok gazetede açlık grevi
hakkında yazılar yayınlanır, ünlü şairler şiirler yazar, Nâzım’a destek için
kadınlar kapı kapı dolaşıp tanınmış aydınlardan imzalar toplar. Hatta Ankara’da
tanınmış şairler Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nâzım için üç günlük
açlık grevi yaparlar…
Nâzım’ın annesi
Celile Hanım, artık iyice görmeyen gözlerine ve yaşlılığına rağmen, Haliç
Köprüsü’nde bir elinde baston, diğer elinde pankart, oğlunun kurtarılması için
imza toplar. Türk aydınları, düşünürleri, yazarları, sanatçıları, bu
faaliyetlere büyük ilgi gösterip kendi imzalarıyla şairin açlık grevine son
vermesini, Büyük Millet Meclisi’nden ise yeni af yasasının çıkmasını talep
ederler. Nâzım, 18. gün açlık grevine son verir. Sağlığı bozulmuştur, serbest
bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın Cerrahpaşa Hastanesi’nde kalır. 1950
seçimlerini kazanan Demokrat Parti, yeni meclis kurulunca yeni bir af yasası
hazırlar ve Nâzım 15 Temmuz 1950’de hürriyetine kavuşur…
Nâzım Hikmet
cezaevindeki son iki yılına girerken görüşmeci gelen dayısının kızı Münevver
Berk’e âşık olur. Cezaevinden çıkınca karısı Piraye’den ayrılır, Münevver
Hanım’la yaşamaya başlar. İpek Film Stüdyosu’nda çalışır, 26 Mart 1951’de
Mehmet Nâzım adında bir oğulları olur. Fakat bu mutlu dönemler kısa sürer.
Polis onu devamlı takip eder, üstelik 48 yaşında ve hasta olmasına rağmen
askere çağrılır…
Uzun hapishane
yıllarından ve kirli tuzaklardan epey çekmiş biri olarak, Nâzım çok tedbirlidir.
Aklına Sabahattin Ali gibi askerken sınıra gönderilip kaçmak suçuyla
öldürüleceği korkusu gelir. Vatanında, ailesi, dostlarıyla birlikte olma isteği
ve tekrar hapse atılma korkuları arasında bocalamaktadır. Sonunda karar verir.
Bu kararı en iyi onun yakın arkadaşı Vâlâ açıklamıştır:
“(…) Şöyle bir söz vardır: İdeal uğrunda zorluklara katlanıp yaşamak,
ideal uğrunda ölmekten zordur. İlk gençliğinde ideal uğrunda ölmeyi amaç bilen
Nâzım, hayatının sonraki kısımlarında daha zor yolu, amacı uğrunda zorluklara
katlanıp yaşamak yolunu seçti.”
“Karşı yaka memleket;
Sesleniyorum Varna’dan,işitiyor musun?
Memet! Memet!...
Karadeniz akıyor durmadan;
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum; sana sesleniyorum,işitiyor
musun?
Memet! Memet!...
Sofya’daaaaan
Sofya’ya bir bahar günü girdim,
şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum;
Böyleymiş kaderim,elden ne gelir…
Memet! Memet!...”
Daha sonra
Nâzım Hikmet o dönemi şöyle anlatacaktı:
“13 sene hapiste yattım. Bu 13 senelik hapis doğrudan doğruya işlediğim
bir suçun karşılığı değildi; uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun
cezasıydı. Hapisten çıktıktan sonra 50 yaşıma basmama ancak bir yıl varken beni
askere almak istediler. Ben askerden kaçan adam değilim, ama o yüreğimle askere
gitmek bu şerefi hayatımla ödemem demekti. Sonra yine haber aldığıma göre beni
sadece askere alacak değillerdi. Askere alma bahanesiyle harcayacaklardı, sonra
“Nâzım Hikmet askerden kaçtı, kaçarken öldürdük” diyeceklerdi…”
Nâzım Hikmet,
17 Haziran 1951 Pazar sabahı saat dokuzda, deniz yoluyla vatanından ayrılır ve
dönüşü olmayan bir yola çıkar. Bundan sonra Nâzım Hikmet, hayatının sonuna
kadar Moskova’da yaşar.Araya giren on yıllık ayrılık ve uzaklık nedeniyle şair,
eşi Münevver’i ve oğlunu görme ümidini büsbütün yitirir. Vefat etmeden birkaç
yıl önce VeraTulyakova’ya âşık olur. Mücadelelerle yıpranan şairin kâlbi fazla
dayanamayacaktır…
3 Haziran 1963 sabahı...
Garip bir gün Moskova'da...
Oradan yayıla yayıla,tüm dünyada...
Vera her zamankinden erken uyandı.
Pencereden içeri giren güneş hemen odayı
ısıtıvermişti.
Nâzım'ı uyandırmamak için yataktan kalkmadı.
Ama az sonra saat yedi buçuğa doğru,
Apartmanın kapısındaki kutuya gazetelerin konduğunu duydu.
Kapağın açılışını Nâzım da duymuştu.
Vera'yı uykuda sanarak usulcacık yataktan fırladı.
Ayaklarının ucuna basa basa koridora geçti,
Sessizce kapıyı açtı,
Kutudan gazeteleri aldı.
Birden dizlerinin bağı çözüldü,
Gözleri karardı, yere yığıldı kaldı.
Bir bacağının üzerine oturmuştu,
Öteki bacağını ileriye uzatmış gibiydi.
Sırtı kapıya dayalıydı.
Bağıracak,
Vera'yı çağıracak gücü kalmadan,
Gözlerini kapamış ve dünyaya veda etmişti.....
Usta..........................
Vera, yatakta O'nun dönüşünü bekliyordu.
Ses çıkmayınca meraklandı.
Telaşla yerinden fırladı;
Tuvaletin kapısını açtı, Nâzım yok…
Banyonun kapısını açtı;Nâzım, orada da yok…
Mutfak kapısını açtı, Nâzım yine yok…
Kapıya koştu. Bir de baktı Nâzım yerde, Başı öne eğik,
Gözleri kapalı, Kapıya yaslanmııııııış kalmış…
Vera ellerini Nâzım'a uzattı,
En ufak bir kımıldama yok.
Çılgına döndü.
Acı gerçeği anlamıştı.
Hemen telefona koştu,
En yakın arkadaşının numarasını çevirdi
ve hıçkırıklar arasında,
"Nazım öldü!" dedi…
Az sonra avluya bir ambulans geldi.
Beyaz gömlekli doktorlar ve hasta bakıcılar çıktı içinden,
Üst kata tırmandılar.
Nâzım'ın elini tuttular; nabzını aradılar, kalbini dinlediler.
Nâzım daha yere düşmeden ayakta ölmüştü.
Vera konuşamıyordu, ağzı kilitlenmişti.
Daha sonra Kremlin Hastanesi'nin doktorları geldi.
Nâzım hala kapının arkasındaydı.
Yerde, posta kutusunun anahtarı ve gazeteler vardı.
Beyaz gömlekliler,
Nâzım'ın pasaportunu istediler.
Vera yatak odasında,
Nâzım'ın cebinden pasaportunu alarak sayfaları çevirdi.
Içinde el yazısıyla yazılmış şu şiiri buldu:
VERA’YA
Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana...
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm........
Nâzım Hikmet,
Sovyet Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle, Çehov, Turgenyev, Gogol ve
Mayakovski’nin de gömülü olduğu Moskova Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa
verilir…………..
Ölümünden 10 yıl önce yazdığı vasiyeti
şöyledir Usta’nın:
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani…
– öyle gibi de görünüyor –
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün
beni…
ve de uyarına gelirse…
Tepemde bir de çınar olursa…
Taş maş da istemez hani…
Dostu Vâlâ Nureddin’in de dediği gibi bir Nâzım geçti bu dünyadan
dostlar…
İyi ki…
Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…