Toprak sahalarda henüz top oynanıyorken ve taştan yapılmış kaleler daha kopmamışken kültürümüzün içerisinden, futbol tarifi yapılamayacak kadar kıymetli bir oyundu.
Mahalle maçlarına sırtımda havluyla çıktığımda üzerimde Beşiktaş’ın yüzüncü yıl şampiyonluğunda giydiği çubuklu forma olurdu.
İşte o güzel yıllarda modern futbol yasaları da asla bu denli etkili değildi.
Sonrasında çok özleyeceğimiz, klasik on numaralar o dönem henüz tükenmemişlerdi.
Hatta bana göre en yeteneklisi, Beşiktaş forması giyiyordu.
Çocukluk yıllarımın tüm mahalle maçları ‘’Banane! Ben Sergen olacağım.’’ demekle geçti.
Dedim ya güzel yıllardı ve gerçekten futbol kıymetli bir oyundu o zamanlar.
Kimse giydiği formanın renginden ötürü tribünlerde formasını çıkarmak zorunda kalmıyordu.
Saygımızı yitirdiğimiz her geçen gün oyun da devamlı olarak değerini kaybetmeye yüz tuttu.
*
Sene 2005.
Beşiktaş, Fenerbahçe deplasmanına gidiyor.
Başka bir şey sorsanız hatırlamam o dönemle ilgili fakat o günü dün gibi net hatırlıyorum.
Maç saati yaklaştığında babamla biniyoruz bir minibüse ve öğretmenevine gidiyoruz maçı seyretmek için.
Maçın başlamasına çok az kala ben göremem diye ön sıralardan birine geçiyoruz.
Boyum kısa o zamanlar ama Beşiktaş’ı en az bugünkü kadar çok seviyorum.
Üzerimde Sergen forması olduğu için de kadrolar açıklandığında sadece onu arıyor gözlerim fakat Sergen o gün oynamıyor.
Hakem düdüğü çaldığında da başlıyor salondaki Fenerbahçeli abiler tezahürat yapmaya.
Zaten Sergen de yok ya moralim büsbütün bozuluyor.
Fakat öyle bir dakika geliyor ki Beşiktaş beklenmedik bir anda golü buluyor.
Babam hemen solumda ona sarılmak için sandalyenin üzerine çıkıyorum ve atlıyorum boynuna.
Sağımda ise hiç tanımadığım bi’ amca var.
Göz göze geldiğimiz anda yaşadığımız mutluluk, amcanın yanaklarımı okşamasıyla kocaman bir samimiyete dönüşüyor.
Zaten maça etkili başlamış olan Fenerbahçe geriye düşmesiyle birlikte ataklarını iyiden iyiye sıklaştırıyor.
Ve o müthiş sevinçten kısa süre sonra topu ağlarımızda istemeyerek de olsa görüyorum.
Dedim ya boyum kısa o zamanlar ve o golü görmek istemeyecek kadar küçülmek istiyorum.
Fakat bu durumla, ne kadar saklansam da, istemeye istemeye yüzleşmek zorunda kalıyorum.
Sonra tutamıyorum kendimi ve başlıyorum ağlamaya.
O kadar ağlıyorum ki Fenerbahçeli abilerden biri gözyaşlarımı, babam ise mendiliyle burnumu siliyor.
Hatta ilk yarı biterken attığımız ikinci gole sevinemiyorum bile.
İkinci yarı başladığında da bir süre her şey yolunda gidiyor fakat o yediğimiz ilk gol öyle canımı yakmış olacak ki yediğimiz ikinci golü de fark edemiyorum bile.
Sonra bir tane daha atıyoruz ve bir tane daha yiyoruz.
Skor 3-3 oluyor. Kalecimiz kırmızı kart gördüğü için oyundan çıkmış, kaleye Pancu’nun neden geçtiğine değişiklik sayısından bi’ haber olduğum için o dönem asla anlam veremiyorum.
Beşiktaş gol yediğinde benden çok hüzünlenen babam, ben ağlıyorum diye de üzülmesin istediğimden bu kez gözyaşlarımı içime akıtıyorum.
Maçın bitmesine birkaç dakika kaldığında salonda kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Beraber gol sevinci yaşadığımız amca, sigarasının birini söndürüp diğerini yakarken ben ananemden öğrenmiş olduğum tüm duaları okuyorum.
Eksik oynuyoruz ve forvet oyuncumuz değişik bir formayla kaleyi koruyor.
‘’Allah’ım bu nasıl bir imtihan?’’ bile diyorum içimden.
Öyle kalpten diliyorum ki işlerin daha kötüye gitmemesini adeta duyuluyor sesim.
Son dakikada mucizevi bir gol buluyoruz.
Hayatımın en güzel anıydı.
Kalecisiz ve eksik bir şekilde o maçı alıyoruz.
Salondan ayrılırken tüm Fenerbahçeli amcalar yüzümdeki mutluluğu görüp bana tebessüm ediyorlar, ben de onlara kazanmanın gururuyla el sallayarak oradan ayrılıyorum.
O yaşadığım şeyin tarifini bu satırları yazarken hala yapamıyorum.
*
Seneler sonra o Sergen formasını Fenerbahçeli olan kuzenime hediye ettiğimde bir dakika olsun tereddüt yaşamıyorum.
Çünkü saygımızı yitirdiğimiz her geçen gün oyun da değerini kaybetmeye yüz tutuyor.