Odamın caddeye bakan tahta penceresinin arka kısmından, trafik lambasındaki kırmızı ışığın sabit bir şekilde yanıp sönüşünü seyrediyordum. O saatte pencerenin ön kısmında yani sokakta olmadığım için çok şanslıydım. Tan vakti soğuğunu düşünmek bile içimi ürpertmeye yetiyordu. Kaç saat orada kalıp o yolu izlediğimi, kuşların belli belirsiz ötmeye başladığını duyduğumda sorguladım. Şehrimin egzoz gazları ve karışıklıktan uzak ışıksız hali çocukluğumun ışıkla yanıp sönen bağcıksız ayakkabıları kadar güzeldi. Güneş yüzünü göstermeye başladıkça artan telaş, ilk korna sesinin havada yankılanmasıyla sabit bir şekilde devam etti. Gece vardiyasından dönenler, gün aydınlanırken sokağı süpürenlerle selamlaşırken hayatın zorlu bir mücadele olduğu kanısına bir kez daha inandım. Ceketimi vestiyerden tek hamlede çekip aldığımda ışıksız ve yanıp sönmeyen botumun bağcığını bağlarken en ufak tereddüt etmedim.
Az evvel sesini duyduğum kuşların belirgin bir şekilde ötmeye başlamasıyla artık ben de sokaktaydım ve yalnız değildim. Simit arabasıyla engeller aşan Fırat çok uzaklardan ağır aksak bir şekilde ilerliyordu. Aylardır yol çalışması olan tozlu, topraklı sokakta simit arabasını sürmeye çalışırken, arabasının o yolda hasarlanmasından çok, taşlara çarptığında çıkan sese dikkat ediyor gibiydi. Kendisi kaçta uyanmıştı, hiç uyumuş muydu bilmiyordum. Simit arabasıyla konuşuyor olduğunu fark ettiğimde çok şaşırdım. ‘’Eh be arkadaş sessiz olsana biraz.’’ dediğinde henüz onunla tanışmamıştık ve ismini bilmiyordum. Ekmek kapısı olan insanların onun yüzünden uyanmasını istemiyordu. Samimiyeti henüz tamamıyla aydınlanmamış olan gökyüzünü aydınlatmaya yeterdi. Ve çekindiğim soğukta, içimi çoktan ısıtmıştı.
‘’Güzel abim, simit vereyim mi?’’ diye sorduğunda, odun kokulu taze fırın ekmeği almaya gittiğimi umursamadım. ‘’Olur kardeşim.’’ dedim usulca. Yorgunluğu yüzünün her çizgisine vursa da benden yaşça küçük görünüyordu. ‘’İki tane, çıtır olsun. Birisi sana birisi bana…’’ dedim. Siftah yaptığını kafiyeli o klasik cümlelerle bana anlatırken bana ettiği duayı duymak güzeldi. Daha sonra ismiyle birlikte benim gibi üniversite okuduğunu hatta bakmakla yükümlü olduğu bir kız kardeşi olduğunu bile öğrendim.
Az önce konuşarak geldiği hatta ‘’Arkadaş’’ diye hitap ettiği simit arabasında, kocaman ‘’İstanbul’’ yazıyordu. O arabanın adı mıydı, yoksa yaşamak istediği şehir olduğu için mi öyle yazmıştı soramadım. Yaptığı işin değeri, şehrin yedi tepesi kadar kıymetliydi. Gökleri delen beton yığınlarının gölgesinde büyük kavgalar verebilirdi. Yoksa bunu bildiği için mi yazmıştı. Soramadım.
Fırat simitlerimiz bittiğinde arta kalan susamları istedi. Montumun üzerine düşmüş birkaç tane susamı toparlamamı söylediğinde şaşırmış olduğumu fark etmiş olacak ki yalnızca kız kardeşine bakmadığını onları kuşlar için biriktirdiğini duydum.
Dedim ya üniversite okuyordu. Her şey yolunda giderse seneler sonra öğretmen olacaktı. Yolun başında, henüz ikinci sınıftaydı ve bana hayatımın en güzel dersini verdiğinde bir gün İstanbul kadar güzel bir öğretmen olacağını hissediyordum. Yanından ayrılırken hava artık aydınlanmıştı. Fırat’a ve arkadaşına derin bir hasretle son kez baktım. O saatte penceremin ön kısmında yani sokakta onunla olduğum için çok şanslıydım.