Promete’nin çığlıklarını, kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran, mavi gözlü dev
adam…
Dize dize
mısralarında; dünyayı ve insanlarını sevmeyi öğrendiğimiz…
Buram buram mücadele ve kötülerle savaş kokan satırlarında;
babamız ve ağabeyimizden sonra erkekçe kavga etmeyi öğrendiğimiz…
Sevginin gücünü, hikmetini, hissettirdiğini imge imge
şiirlerinde yaşatan bir Usta..
Tek kelimeyle Nâzım…
Sadece AhmedARİF’in ezbere canını verebileceği değil,
şiirlerini okuyan herkesin sarhoş olduğu şiirin şâhı…
Nâzım…
20 Kasım
1901’de Selanik’te doğar. Aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin
diye, bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılır, kendisi de bu tarihi benimser…
Dedesi
Mehmed Nazım Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde valilik yapmış
bir Mevlevi’dir. Babası Hikmet Bey ise Galatasaray Lisesi mezunu, Kalem-i
Ecnebiye’ye bağlanmış bir memurdur. Annesinin büyük babası Mustafa CelaleddinPaşa
yaniKonstantyBorzecki, İstanbul’a gelerek Müslümanlığı kabul eden Polonyalı bir
Türkolog, mühendis ve topograftır. Annesi ressam Celile Hanım, dilbilimci ve
eğitimci Hasan Enver Paşa’nın kızıdır…
Mevlevi
Mehmet Nazım Paşa, torununun eğitimiyle yakından ilgilenir. Nâzım Hikmet, ilk
şiir dersini ve zevkini ondan alır. Dedesinin ve arkadaşlarının tasavvuf ve
edebiyata ilişkin konuşmaları arasında büyür…
Nâzım
Hikmet’in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük
etkisi olur. Bir yıl kadar Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra
Göztepe’deki Numune Mektebi’nde okur. Daha sonra arkadaşı Vâlâ Nureddin’le
birlikte Mekteb-i Sultâni’nin hazırlık sınıfına yazılır. Ertesi yıl ailesinin
paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden, bu okuldan alınarak Nişantaşı Sultânisi’ne
verilir.O yıllarda elinden düşürmediği sarı yapraklı bir deftere şiirler yazar,
portreler çizer Nâzım…
Nâzım
Hikmet, 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip, Hamidiye
kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanır. Aynı yılın kışında, son
sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarlar. Deniz subayı olarak görev
yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920’de Sağlık
Kurulu raporu ile askerlikten çürüğe çıkarılır. Bu arada hececi şairler arasında
genç bir ses olarak tanınmaya başlanmıştır bile…
Bahriye
Mektebi’nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine
de gelip giden Yahya Kemal’e büyük hayranlık duyar, yazdığı şiirleri gösterip
eleştirilerini alır. 1920’de Alemdar Gazetesi’nin açtığı bir yarışmada ünlü
şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona verir. Faruk Nafiz, Yusuf
Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz ederler. İstanbul işgal
altındadır ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri
yazar…
1
Ocak 1921’de ise Mustafa Kemâl’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla,
Milli Mücadele’ye katılmak amacıyla, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet,
Vâlâ Nureddin, Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice binerler…
İnebolu’ya
varınca, Ankara’ya geçebilmek için 5-6 gün, izin ve yol parası beklemeleri
gerekmektedir. Ama Ankara’dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin’e izin
çıkar. Ankara’ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul
gençliğini Milli Mücadele’ye çağıran bir şiir yazmak olur. Üç gün içinde yazıp
bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir, Matbuat Müdürlüğü tarafından 1921
Mart’ında bastırılıp dağıtılır…
“Gel ey imanlı gençlik, gel ey
beklenen gençlik.
Gel
ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik.
İmanına
azmine ümit bağlayanlar var!...”
Şiirin
yankıları büyük olur, padişah yanlıları Meclis’te saldırıya geçerler. Matbuat
müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştirilere
maruz kalır ve istifa eder.Celile Hanım’ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl
Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis’e
çağırarak Mustafa Kemâl Paşa’ya takdim eder. Mustafa Kemâl’in söylediklerini
Vâlâ Nureddin, “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” adlı kitabında şöyle aktarır:
“Basmakalıp laflara ihtiyaç
duymaksızın, Mustafa Kemâl, bizim için çok önemli bir sadede girdi: Bazı genç
şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye
ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanma
bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla
ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.”
Kısa
bir süre sonra öğretmen olarak Bolu’ya atanırlar. Bolu’da Ağır Ceza Mahkemesi
reis vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının benimsemedikleri, kalpak
giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korur. Tutucu çevrelerin
baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da
eklenince, Bolu’da barınamayacaklarını anlayan iki arkadaş, iyi bir öğrenim
görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için, Ziya Hilmi’nin de etkisiyle
Moskova’ya gitmeye karar verirler…
1921
Ağustos’unda Bolu’dan ayrılıp, Kâzım Karabekir Paşa’nın yanında öğretmenlik
yapmaya gidiyormuş gibi vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a, oradan da 30 Eylül
1921’de Batum’a ulaşırlar…
İki
genç şair Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne
yazılırlar. Nâzım, Fransız şiirinden serbest ölçüyü biliyor olsa da, Batum’daki
günlerinde Rusça gazetelerde gördüğü, uzunlu kısalı dizeler, merdiven şeklinde
dizili satırlardan oluşan şiir örnekleri ilgisini çeker. Büyük bir olasılıkla
bu şiirler, Mayakovski’nin dizeleriydi. Henüz Rusça bilmiyordu, ama bu şiirlerin
şeklinden etkilenir…
Nâzım
Hikmet, Moskova’ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin
etkisiyle yazmaya giriştiği “Açların Gözbebekleri” şiirini hece ölçüsünde
yazamadığını görünce, Mayakovski’nin şiirinin biçimsel çağrışımlarının
etkisiyle daha serbest yazmayı dener ve ortaya yer yer hece kalıplarıyla
kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıkar…
Bu
dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923’te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilere
göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek
ister, yine gizlice Türkiye’ye gelir. Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar.
İstanbul’da polis tarafından izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için
İzmir’e geçer. 1925’te ilk şiir kitabı “Dağların Havası”nı yayımlar…
Şeyh
Sait İsyanı üzerine, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılır. Bazı
gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, Aydınlık Dergisi’ndeki yazarların çoğu da
tutuklanır. Ankara’da İstiklâl Mahkemesi’ndeki dava 12 Ağustos 1925’te
sonuçlandığında, Nâzım da 15 yıla mâhkum edilir…
Bunun
üzerine Usta, gizlice yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. Cezasının 1926’da
Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, yurda
dönebilmek için Türk Elçiliği’ne başvursa da olumlu karşılık alamaz…
Bu
arada; Eylül 1927’de İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir
davada, gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla da 3 ay hapse mâhkum edilir…
1928’de
gizlice sınırı geçerek Kafkasya’dan Türkiye’ye girer. Arkadaşı Laz İsmail ile
Hopa’da yakalanıp Hopa Cezaevi’nde iki ay kalırlar. Yargılanmak üzere Hopa’dan
Rize’ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağlar.Pasaportsuz sınır
geçme suçunun cezası üç gün hapistir.Ama başka bir suçtan cezaları bulunup
bulunmadığını araştırmak için gönderildikleri Ankara’da serbest bırakılırlar…
Ankara’daki
dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere; O’nun Halkevi’nde
çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu’yu dolaşmasını isterler. Ama
Nâzım Hikmet, İstanbul’da Zekeriya Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay Dergisi”nin
yazı kadrosuna katılır…
“Akıyordu su…
Gösterip
aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler
yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan
yalın kılıçları çarparak söğütlere,
Koşuyordu
kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birdenbire
kuş gibi;vurulmuş gibikanadından,
Yaralı
bir atlı yuvarlandı atından!...
Bağırmadı,gidenleri
geri çağırmadı.
Baktı
yalnız dolu gözlerle,
Uzaklaşan
atlıların parıldayan nallarına!...
Ah
ne yazık!
Ne
yazık ki ona;
Dörtnal
giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
Beyaz
orduların ardında kılıç oynatmayacak!...
Nal sesleri sönüyor perde perde;
Atlılar
kayboluyor, güneşin battığı yerde!...
Atlılar atlılar kızıl atlılar,atları rüzgâr
kanatlılar!...
Atları
rüzgâr kanat…
Atları
rüzgâr… / Atları… / At…
Rüzgâr
kanatlı atlılar gibi geçti hayat!...
Akarsuyun
sesi dindi.
Gölgeler
gölgelendi, renkler silindi…
Siyah
örtüler indi,mavi gözlerine.
Sarktı
salkımsöğütler, sarı saçlarınınüzerine!...
Ağlama
salkımsöğüt,
Ağlama,
Kara
suyun aynasında el bağlama!...
El
bağlama!
Ağlama…”
1930’da
“Salkımsöğüt” ile “Bahri Hazer” şiirleri kendi sesiyle plağa kaydedilir. Yirmi
günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalarda çalınmaya başlandığı görülünce,
polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu, firma plağın yeni
basımlarını yapmaktan vazgeçer…
1
Mayıs 1931’de ilk beş kitabındaki şiirlerinde, bir zümrenin başka zümreler
üzerinde hâkimiyetini temin etmek maksadıyla halkı suça teşvik ettiği iddiasıyla
mahkemeye verilir, ancak beraat eder…
Oysa
şair, “Gece Gelen Telgraf” toplandıktan iki hafta kadar sonra, 22 Mart 1933’te
gizli örgüt kurmak, İstanbul, Bursa, Adana’da, duvarlara devrim bildirileri
yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmaktan tutuklanır.
1 Haziran 1933’te ise Bursa Cezaevi’ne gönderilir. İdam talebiyle başlayan
dava, 5 yıl hapis kararıyla son bulur. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa
Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direnir…
Cumhuriyet’in
onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince,
geriye bir yıl kalır. Oysa Nâzım Hikmet, bir buçuk yıldır tutukludur. Böylece 6
ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul’a gelir. 1930’da tanışıp, 1931’de
evlenmeye karar verdiği halde, kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden olanak bulamadığı
Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935’te evlenir…
Piraye’nin ilk
kocasından iki çocuğu vardır, bu nedenle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin
sorumluluğunu yüklenir. Akşam Gazetesi’nde Orhan Selim takma adıyla fıkralar
yazmaya başlar. Gene takma adlarla gazetelerde tefrika edilmek üzere romanlar
yazar…
“Bir tanem!...
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor, yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa, seni kaybedersem!" diyorsun...
"Yaşayamam!..."
Yaşarsın karıcığım;
Kara bir duman gibi dağılır hâtıram rüzgârda,
Yaşarsın;
Kalbimin kızıl saçlı bacısı,
En fazla bir yıl sürer,
Yirminci asırlarda,
Ölüm acısı...
Ölüm,
Bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme; bir türlü,
Razı olmuyor gönlüm...
Fakat;
Emin ol ki sevgilim,
Zavallı bir çingenenin;
Kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli,
Geçirecekse eğer ipi boğazıma;
Mavi gözlerimde korkuyu görmek için,
Boşuna bakacaklar, Nâzıma!...
Ben;
Alaca karanlığında son sabahımın,
Dostlarımı ve seni göreceğim
ve yalnız, yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını,
Toprağa götüreceğim…
Karım benim!...
İyi yürekli,
Altın renkli,
Gözleri baldan tatlı, arım benim...
Ne diye yazdım sana,
İstendiğini idamımın.
Daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar,
Kellesini adamın...
Haydi bunları boş ver...
Bunlar uzak bir ihtimâl...
Paran varsa eğer;
Bana fanila bir don al,
Tuttu bacağımın siyatik ağrısı...
Ve unutma ki;
Daima iyi şeyler düşünmeli,
Bir mahpusun karısı...”
YARIN DEVAM EDECEK…