"O sonbahar…
O sonbahar başka bir hüzünlü geçti işte…
Yine bir havalandırma saatiydi, aynı zamanda da görüş günü. Kimse gelmemişti görüşe, belki de gelememişti. Koğuştakiler avluya çıkmış, volta atmaya başlamıştı bile. Her havalandırmaya çıktıklarında, son tutuklu avluya adımını attıktan sonra, o avluya açılan demir kapıyı kilitlerdi gardiyan asker…
Hayret! Nedense bu sefer açık bırakmıştı, kendisi de yoktu ortalıkta. Koğuşlarda yapılan son aramanın peşinden ODTÜ’lüleri değişik koğuşlara dağıtmışlardı. Kendilerince; azılılar, sempatizanlar diye sınıflandırmışlar, Yalçın’ın da olduğu bir grubu azılılar olarak bodrum kattaki koğuşa nakletmişlerdi; önünde uzun bir koridor olan, koridorun hem başında hem de sonunda kilitli demir parmaklıklı kapısı olan bir koğuşa. Avlu zemin kattaydı. Tüm koğuşlar sırayla havalandırmaya çıkar, kimse birbirini görmezdi…
Başka bir koğuşta ise TÖB-DER yöneticileri yatıyordu. Gültekin Hoca önlerinde, hep beraber avukat görüşüne çıkmışlardı. Yalçın’ların koğuşu ise havalandırmada çaylarını içiyordu. Bir ara içeriden patırtı kütürtü, bağırış çağırış sesleri gelmeye başladı. Kim bağırdı, kim haber verdi belli değildi, bir ses;"Faşistler, TÖB-DER’lilere saldırıyorlaaar!..” diye bağırdı.
Hemen içeriye, koridora koştular. Bir de baktılar ki tezgâh kurulmuş; idareyle ülkücüler iş birliği yapmış, onların koğuş kapıları birer birer açılmıştı. Ama nedense ortalıkta hiç asker, gardiyan görünmüyordu. Ülkücüler, ellerinde türlü türlü aletlerle TÖB-DER yöneticilerine saldırıyordu. Ülkücü grubun arasından esmer, yağız bir delikanlı öne çıktı. TÖB-DER’lilerin olduğu yöne doğru üç adım attı ve arkadaşlarına doğru döndü. İki eliyle, sapından sımsıkı tuttuğu sazını, sanki bir kalkan gibi kullanmaya çalışıyordu, öğretmenlere doğru atılan kesici cisimlere karşı, sanki göğsünü siper ediyordu."Yapmayııın!.. Ne olur, atmayııın!..”
Sesi, sloganların arasında çın çın ötüyordu; orkestradan çıkan uyumsuz, aykırı bir ses gibi, akordu bozuk saz gibi çınlıyordu. Sanki mahpushanenin duvarlarını patlatıyordu, derinden gelen bir şiir gibi patlıyordu: “bir ki üç dört / bir ki üç dört / ey adalet üstünü ört / ayazda kaldı hürriyet / bir ki üç dört / bir ki üç dört…”
Yalçın ve arkadaşları, koğuş kapılarını kırarak koridora çıkan diğer devrimcilere yetişti ve TÖB-DER’liler kurtarıldı. Ama hükümlü ve tutuklular arasındaki kavga devam ediyordu…
Ülkücüler, devrimcileri aşağıya, bodruma doğru sürdüler… Yalçın’lar kendilerini savunarak bodruma indiler, koğuşlarının önündeki koridora ulaştılar. Koridorun başındaki demir parmaklıklı kapıyı kapatıp zincirlediler. Ülkücüler daha fazla yaklaşamadılar. Karşılıklı slogan sesleri ortalığı çınlatmaya devam ediyordu. Kucağındaki saza, bir bebeğe ninni söyler gibi sarılan yağız delikanlı, yukarıdaki koridorda çökmüş, sırtını duvara dayamış, soğuk bir mermer kütle gibi donup kalmıştı. Ağzında, derinlerden gelen o şiirin sesi asılı kalmıştı…
Bir ara ülkücülerin bulunduğu yerden şangır şungur sesler geldi. Yukarıdaki pencere camlarını kırarak kendilerine silah yapmışlardı… Vınnn, vınnn diye parmaklıkların arasından devrimcilerin üzerine fırlatıyorlardı. Yalçın da en önlerde bir yerdeydi.
“Bir şeyler getirin, geri çekilin!..” diye bağırıyor, bağırıyor, geri geri koğuşa gitmeye çalışıyor, duvarlarda, yerlerde camlar patlıyordu, vınnn, vınnn… O kırık camlardan birisi ok gibi, keskin, ağılı bir bıçak gibi geldiii, geldiii… Tak! diye suratına saplandı... Başı şöyle bir geriye doğru kaykıldı, kan fışkırmaya başladı, oluk oluk kan fışkırmaya başladı, sendeledi, dünya altüst oldu, yer göğe çıktı, gök yere indi, şiir buz kesti, dondu, titredi, dünya söndü, düştü… Koltuk altlarından iki el kavradı, sürüyerek koğuşa taşıdı, ardında kızıl bir yol bırakıyordu, kıpkızıl bir yol, ekşi ekşi kan kokan, ter kokan, öfke kokan, soğuk betonu çürüten bir yol…
Hayli zaman sonra nasılsa ortalık durulunca; yaralıları yukarı taşıyorlar, girişin orada bir yere, çıplak betonun üzerine boylu boyunca uzatıyorlardı… Yalçın, soğuk betonun nefesiyle kendine geldi, gözlerini açmak istedi, açamadı. Ama o sesler… Ortalık ana baba günü gibiydi. Başucunda Halil, Altındağ’dan Halil; sanki İbrahim Efendi’nin bir eşi, dev gibi… Öyle ağlıyor ki Yalçın’ın başında, öyle ağlıyor ki küçücük masum bir çocuk gibi. Başını okşuyor usul usul, incitmeden, tıpkı Gülsüm Ana gibi;“Dayan kardeşim,” diyor,“dayan…”
Çok zaman geçti o beton zeminin üzerinde… Çok zaman geçti… Sonra, “Ambulanslar geldi!” dediler, Yalçın’ı bir sedyeye alıp ambulansa götürdüler. Dışarıda soğuk bir yel esiyor, iğne uçlu kar taneleri yüzünü okşuyordu. Belki de akan kanı soğutuyordu. Ambulansta sol bileğine kelepçe taktılar. Yalçın’ın yüzü tümüyle sarılıydı, ne olup bittiğini seslerden anlıyordu. Kelepçenin diğer ucunu da başka birinin bileğine taktılar. Doktor ya da hemşireden başka iki de silahlı asker vardı ambulansın içinde. Doktor; “Kanamayı,” diyordu, “kanamayı durduralım önce.” Hışırtılı seslerle bir şeyleri yırtıyor, yüzüne, başının üstüne bastırdıkları yumuşak pamuğun steril kokusu burnuna geliyordu. Gözleri yanıyor, yüzünde, başının içinde binlerce karınca geziyordu. Gözlerinden içerilere doğru gidiyorlar, ta içerilere, beyninin en kuytu köşelerine doğru gidiyorlardı. Beynini kemirmeye çalışıyorlardı… Yüzünde ılık bir nefes vardı; ağustos sıcağında esen hafif bir meltem gibi, ılık bir nefes… Zemheride yanan sobanın dibinde yatan kedinin tüyleri gibi, yumuşacık, içini ısıtan bir nefes… Yalçın’ın kelepçeli bileğini sımsıkı tutuyordu.“Sabret kardeşim, bunlar da geçecek.”“Necdet ben… Adalı, Altındağ’dan…”Yutkundu Yalçın… Tanıdı, hiçbir şey diyemedi…Kulaklarına doğru süzülüp inen seli önleyemedi…İdama mahkûm edilmişti o zaman. Sesi öylesine duru, öylesine masumdu ki…Gülhane’ye götürdüler. İkisini de ameliyata aldılar. Yalçın’ınki oldukça ağırmış. Öyle dedi doktorlar.“Elimizden geleni yaptık, bundan sonrası için Allah kerim…”
Saatler sonra odaya aldılar. Burnunun üzerinden yukarısı komple sargılıydı. İki yatak vardı odada. Biri pencerenin kenarında, diğeri ona dik gelecek şekilde kapının yanında. Pencerenin dışında demir parmaklıklar, kapıda sürekli bir silahlı nöbetçi vardı. Sol bileğinden ranzaya kelepçelediler.“Geçmiş olsun” dedi Adalı, “Ben de buradayım.”Necdet’i sesinden tanıdı. “Sana da geçmiş olsun kardeşim.”“Aslında hemşeriyiz seninle biliyor musun?”“Deme ya, neresinden?”“İstiklal’de büyüdüm ben, bizimkiler hâlâ ordalar…”
Onu da kendi ranzasına kelepçelediler. Yalçın’ın yemeğini o yedirmek istedi ama izin vermedi asker:“Hemşirenin elinden yiyeceksin işte, ne güzel…”“Dışarıyı görüyor musun?” dedi Yalçın, “Anlatsana…”“Bildiğin gibi dışarısı,” dedi, “koyu gri bir karanlık çökmüş Ankara’nın üzerine. Çatılarda kar birikmiş… Yine de karanlık işte…”“Daha da kararacak görünüyor bu gidişle…”“Bildiğin gibi kardeşim, bildiğin gibi işte…”“Aaa, bak! Pencereye bir güvercin kondu; bize bize bakıyor…Ah bir görebilseydin… O kadar temiz, o kadar masum ki anlatamam…”
Sonra bir gün geldiler ve götürdüler onu.“Adalı seni taburcu ediyoruz!..” dediler.Hiç itirazsız; “Tamam” dedi. Sağ omzuna yumuşakça dokunup,“Eyvallah,” dedi… Alıp götürdüler…Bu sefer giderken, kelepçenin diğer ucunda onun yaşlarında bir asker vardı. Son görüşüydü onu, sargılı gözleriyle son duyuşuydu…Katran karası günler geldiğinde ilk idam edilen o oldu…"
(Anka Kuşu - Karcı Dağı Efsanesi, sayfa 221-224
O sonbahar başka bir hüzünlü geçti işte…
Yine bir havalandırma saatiydi, aynı zamanda da görüş günü. Kimse gelmemişti görüşe, belki de gelememişti. Koğuştakiler avluya çıkmış, volta atmaya başlamıştı bile. Her havalandırmaya çıktıklarında, son tutuklu avluya adımını attıktan sonra, o avluya açılan demir kapıyı kilitlerdi gardiyan asker…
Hayret! Nedense bu sefer açık bırakmıştı, kendisi de yoktu ortalıkta. Koğuşlarda yapılan son aramanın peşinden ODTÜ’lüleri değişik koğuşlara dağıtmışlardı. Kendilerince; azılılar, sempatizanlar diye sınıflandırmışlar, Yalçın’ın da olduğu bir grubu azılılar olarak bodrum kattaki koğuşa nakletmişlerdi; önünde uzun bir koridor olan, koridorun hem başında hem de sonunda kilitli demir parmaklıklı kapısı olan bir koğuşa. Avlu zemin kattaydı. Tüm koğuşlar sırayla havalandırmaya çıkar, kimse birbirini görmezdi…
Başka bir koğuşta ise TÖB-DER yöneticileri yatıyordu. Gültekin Hoca önlerinde, hep beraber avukat görüşüne çıkmışlardı. Yalçın’ların koğuşu ise havalandırmada çaylarını içiyordu. Bir ara içeriden patırtı kütürtü, bağırış çağırış sesleri gelmeye başladı. Kim bağırdı, kim haber verdi belli değildi, bir ses;"Faşistler, TÖB-DER’lilere saldırıyorlaaar!..” diye bağırdı.
Hemen içeriye, koridora koştular. Bir de baktılar ki tezgâh kurulmuş; idareyle ülkücüler iş birliği yapmış, onların koğuş kapıları birer birer açılmıştı. Ama nedense ortalıkta hiç asker, gardiyan görünmüyordu. Ülkücüler, ellerinde türlü türlü aletlerle TÖB-DER yöneticilerine saldırıyordu. Ülkücü grubun arasından esmer, yağız bir delikanlı öne çıktı. TÖB-DER’lilerin olduğu yöne doğru üç adım attı ve arkadaşlarına doğru döndü. İki eliyle, sapından sımsıkı tuttuğu sazını, sanki bir kalkan gibi kullanmaya çalışıyordu, öğretmenlere doğru atılan kesici cisimlere karşı, sanki göğsünü siper ediyordu."Yapmayııın!.. Ne olur, atmayııın!..”
Sesi, sloganların arasında çın çın ötüyordu; orkestradan çıkan uyumsuz, aykırı bir ses gibi, akordu bozuk saz gibi çınlıyordu. Sanki mahpushanenin duvarlarını patlatıyordu, derinden gelen bir şiir gibi patlıyordu: “bir ki üç dört / bir ki üç dört / ey adalet üstünü ört / ayazda kaldı hürriyet / bir ki üç dört / bir ki üç dört…”
Yalçın ve arkadaşları, koğuş kapılarını kırarak koridora çıkan diğer devrimcilere yetişti ve TÖB-DER’liler kurtarıldı. Ama hükümlü ve tutuklular arasındaki kavga devam ediyordu…
Ülkücüler, devrimcileri aşağıya, bodruma doğru sürdüler… Yalçın’lar kendilerini savunarak bodruma indiler, koğuşlarının önündeki koridora ulaştılar. Koridorun başındaki demir parmaklıklı kapıyı kapatıp zincirlediler. Ülkücüler daha fazla yaklaşamadılar. Karşılıklı slogan sesleri ortalığı çınlatmaya devam ediyordu. Kucağındaki saza, bir bebeğe ninni söyler gibi sarılan yağız delikanlı, yukarıdaki koridorda çökmüş, sırtını duvara dayamış, soğuk bir mermer kütle gibi donup kalmıştı. Ağzında, derinlerden gelen o şiirin sesi asılı kalmıştı…
Bir ara ülkücülerin bulunduğu yerden şangır şungur sesler geldi. Yukarıdaki pencere camlarını kırarak kendilerine silah yapmışlardı… Vınnn, vınnn diye parmaklıkların arasından devrimcilerin üzerine fırlatıyorlardı. Yalçın da en önlerde bir yerdeydi.
“Bir şeyler getirin, geri çekilin!..” diye bağırıyor, bağırıyor, geri geri koğuşa gitmeye çalışıyor, duvarlarda, yerlerde camlar patlıyordu, vınnn, vınnn… O kırık camlardan birisi ok gibi, keskin, ağılı bir bıçak gibi geldiii, geldiii… Tak! diye suratına saplandı... Başı şöyle bir geriye doğru kaykıldı, kan fışkırmaya başladı, oluk oluk kan fışkırmaya başladı, sendeledi, dünya altüst oldu, yer göğe çıktı, gök yere indi, şiir buz kesti, dondu, titredi, dünya söndü, düştü… Koltuk altlarından iki el kavradı, sürüyerek koğuşa taşıdı, ardında kızıl bir yol bırakıyordu, kıpkızıl bir yol, ekşi ekşi kan kokan, ter kokan, öfke kokan, soğuk betonu çürüten bir yol…
Hayli zaman sonra nasılsa ortalık durulunca; yaralıları yukarı taşıyorlar, girişin orada bir yere, çıplak betonun üzerine boylu boyunca uzatıyorlardı… Yalçın, soğuk betonun nefesiyle kendine geldi, gözlerini açmak istedi, açamadı. Ama o sesler… Ortalık ana baba günü gibiydi. Başucunda Halil, Altındağ’dan Halil; sanki İbrahim Efendi’nin bir eşi, dev gibi… Öyle ağlıyor ki Yalçın’ın başında, öyle ağlıyor ki küçücük masum bir çocuk gibi. Başını okşuyor usul usul, incitmeden, tıpkı Gülsüm Ana gibi;“Dayan kardeşim,” diyor,“dayan…”
Çok zaman geçti o beton zeminin üzerinde… Çok zaman geçti… Sonra, “Ambulanslar geldi!” dediler, Yalçın’ı bir sedyeye alıp ambulansa götürdüler. Dışarıda soğuk bir yel esiyor, iğne uçlu kar taneleri yüzünü okşuyordu. Belki de akan kanı soğutuyordu. Ambulansta sol bileğine kelepçe taktılar. Yalçın’ın yüzü tümüyle sarılıydı, ne olup bittiğini seslerden anlıyordu. Kelepçenin diğer ucunu da başka birinin bileğine taktılar. Doktor ya da hemşireden başka iki de silahlı asker vardı ambulansın içinde. Doktor; “Kanamayı,” diyordu, “kanamayı durduralım önce.” Hışırtılı seslerle bir şeyleri yırtıyor, yüzüne, başının üstüne bastırdıkları yumuşak pamuğun steril kokusu burnuna geliyordu. Gözleri yanıyor, yüzünde, başının içinde binlerce karınca geziyordu. Gözlerinden içerilere doğru gidiyorlar, ta içerilere, beyninin en kuytu köşelerine doğru gidiyorlardı. Beynini kemirmeye çalışıyorlardı… Yüzünde ılık bir nefes vardı; ağustos sıcağında esen hafif bir meltem gibi, ılık bir nefes… Zemheride yanan sobanın dibinde yatan kedinin tüyleri gibi, yumuşacık, içini ısıtan bir nefes… Yalçın’ın kelepçeli bileğini sımsıkı tutuyordu.“Sabret kardeşim, bunlar da geçecek.”“Necdet ben… Adalı, Altındağ’dan…”Yutkundu Yalçın… Tanıdı, hiçbir şey diyemedi…Kulaklarına doğru süzülüp inen seli önleyemedi…İdama mahkûm edilmişti o zaman. Sesi öylesine duru, öylesine masumdu ki…Gülhane’ye götürdüler. İkisini de ameliyata aldılar. Yalçın’ınki oldukça ağırmış. Öyle dedi doktorlar.“Elimizden geleni yaptık, bundan sonrası için Allah kerim…”
Saatler sonra odaya aldılar. Burnunun üzerinden yukarısı komple sargılıydı. İki yatak vardı odada. Biri pencerenin kenarında, diğeri ona dik gelecek şekilde kapının yanında. Pencerenin dışında demir parmaklıklar, kapıda sürekli bir silahlı nöbetçi vardı. Sol bileğinden ranzaya kelepçelediler.“Geçmiş olsun” dedi Adalı, “Ben de buradayım.”Necdet’i sesinden tanıdı. “Sana da geçmiş olsun kardeşim.”“Aslında hemşeriyiz seninle biliyor musun?”“Deme ya, neresinden?”“İstiklal’de büyüdüm ben, bizimkiler hâlâ ordalar…”
Onu da kendi ranzasına kelepçelediler. Yalçın’ın yemeğini o yedirmek istedi ama izin vermedi asker:“Hemşirenin elinden yiyeceksin işte, ne güzel…”“Dışarıyı görüyor musun?” dedi Yalçın, “Anlatsana…”“Bildiğin gibi dışarısı,” dedi, “koyu gri bir karanlık çökmüş Ankara’nın üzerine. Çatılarda kar birikmiş… Yine de karanlık işte…”“Daha da kararacak görünüyor bu gidişle…”“Bildiğin gibi kardeşim, bildiğin gibi işte…”“Aaa, bak! Pencereye bir güvercin kondu; bize bize bakıyor…Ah bir görebilseydin… O kadar temiz, o kadar masum ki anlatamam…”
Sonra bir gün geldiler ve götürdüler onu.“Adalı seni taburcu ediyoruz!..” dediler.Hiç itirazsız; “Tamam” dedi. Sağ omzuna yumuşakça dokunup,“Eyvallah,” dedi… Alıp götürdüler…Bu sefer giderken, kelepçenin diğer ucunda onun yaşlarında bir asker vardı. Son görüşüydü onu, sargılı gözleriyle son duyuşuydu…Katran karası günler geldiğinde ilk idam edilen o oldu…"
(Anka Kuşu - Karcı Dağı Efsanesi, sayfa 221-224