26 Ağustos tarihinin bizler için önemi muazzam büyük… Bizler derken, Türkler ve bu coğrafyada yaşayan, kendini de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladı, bir bireyi, bir unsuru gibi görenlerden bahsediyorum. Hayır, faşizan bir tutum olduğunu da asla düşünmüyorum bu bakış açısının; yani Türklük ile ilgili olan kısmın… Nasıl ki, İngiltere’dekiler İngiliz, Almanya’dakiler Alman, Fransa’dakiler Fransız ise, Türkiye’dekiler de Türk’tür. Ve elbet ki, toplumların kendi içlerinde alt kimlikleri, farkı kültürleri, farklı dünya görüşleri vardır ve olacaktır da… Faşist davranış; asıl bu alt kimlikleri reddetmektir. Kültürlerinve diğer farklılıkların bir arada özgürce yaşanmasına izin vermemek ve kısıtlamaktır onları…
26 Ağustos’a geri dönelim; Türklerin Anadolu’daki yerleşik hayatları için önemlidir, hem 1071 yılında Malazgirt’ten batıya doğru ilerlemenin yolu açılmıştır bu tarihte, hem de 1922 yılında Anadolu’nun işgalini belki de ebediyen sonlandıracak, Kurtuluş Savaşının sonunu getirecek büyük taarruzun başlamıştır bu tarihte…
Bu denli büyük öneme sahip olan 26 Ağustos’un bir gün sonrası, içinde bulunduğumuz 2021 yılında Cuma gününe denk düşer ki, Müslüman âlemi, Cuma namazını camilerde Allah için kılıp, dualar ettiklerinde, namazdan önce de, camideki din görevlisi bir hutbe okur;ki biz buna Cuma hutbesi diyoruz. Alınması gereken bir ders gibidir hutbe… Camiyi dolduran kitleye İslam dininin hoşgörüsünden, yardımlaşmadan ve diğer güzelliklerden bahseder Cuma hutbesi… İnsanlığa yardım edenler anılır ve kalabalığa anlatılır. Ancak bu kadar önemli bir haftanın cumasında okunan hutbede, bugün Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasında baş aktör olan, Anadolu’nun kurtuluşunun formülünü yazan ve uygulayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ten bir kelime dahi bahsedilmemiştir. 26 Ağustos’a atıfta bulunulmak için sadece “Malazgirt” kelimesi geçmiş ve Büyük Selçuklu hükümdarı Alp Arslan da konu edilmemiştir.
Nedir bu düşmanlık ya da kin? Kimedir ya da neye?
Gelin seneler öncesindeki birkaç yaşanmışlığa bakalım; ilki Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” romanında da kendisine yer bulmuştur;
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Rusya Büyükelçisi Aralov, AtaşemiliterZvonaryev ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilov ile beraber Sivrihisar’a, oradan da Akşehir’e geçerler. Sonrasında da trenle Konya’ya;
“1 Nisan 1922 günü, istasyon
paşayı karşılamaya gelen Konyalılarla doluydu. Yüzlerce meşale parıldıyordu.
Sakarya kahramanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı büyük coşkuyla karşıladılar.
İnceleme ve gezi programları
içinde bir medrese de vardı. Kanlı canlı, genç mollalar ile hocalar avluda
dizilmiş, bekliyorlardı. En yaşlı hoca, Paşa’dan medrese sayısının
artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica edince, M.
Kemal Paşa sinirlendi:
- ‘Sizin için medrese,
Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerli?
Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt
için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye
çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınmaları için yarın emir vereceğim’.”
Yüz yıl önceki bir diğerini de, Mustafa Kemal Atatürk’ün birçok gezisinde yanında bulunan ve gözlemlerini kaleme alan Dr. Hilmi Bey’in hatıratlarından toparlayan Dr. Tülay Duran’dan alıntıladım;
“Bir sabah erken sokağa
çıkmıştım. Her zaman olduğu gibi, Gazi’nin de erkenden bir ata binerek yaveri
ile birlikte gezmeye çıkmış olduğunu gördüm. Karşılaşınca birbirimize selam
verdik. Gazi, atını durdurdu ve beni yanına çağırdı: “Burada (Konya-Akşehir’de)
medrese var mıdır? Kaç tanedir? Faaliyette olanları hangileridir?”diye sordu.
Akşehir’de kırk kadar medrese
varmış. Bu konuyu daha evvel ben araştırmıştım ve bunlardan yalnız iki, üç
tanesinin faaliyette bulunduğunu öğrenmiştim. Bunu da cevap olarak kendisine
söyledim. Halen eğitim yapılan medreselerden biri, bu karşılıklı görüşmeyi
yaptığımız yerin hemen kırk, elli adım ilerisindeydi. Burada Akşehir müftüsü
bulunuyordu. Bunu da gösterdim. Gazi, derhal atından indi: “Haydi şu
medreseyi görelim,” dedi.
Medresenin içerisine girdik.
Burası küçük bir kışla şeklinde dörtgen bir yer idi. Medresenin bütün odaları
zemin katında idi. Bu küçük karanlık odaların içinde yalnız birer ocak
bulunuyordu. Birkaç odayı gezdik. İçlerinde kimse yoktu. Buralarda yatanların
ekserisi köylerden gelmiş talebeler idi. Bunlar, ocağın içerisinde ateş
yakarlar, ateşin üstünde bakır yahut toprak birer kap içerisinde yemek
pişirirlerdi. Bundan dolayı yer odaların hemen hepsi karanlık, havasız ve
içerisine yemek kokusu sinmiş yerlerdi.
Görünüşe bakılırsa öğrencilerin
bu sırada derste oldukları anlaşılıyordu. Talebenin ders yaptığı yer de
medresenin büyük kapısı üstünde çıkma bir katta bulunuyordu. Bunun üzerine Gazi
ile birlikte yukarıya çıktık. Burada bir kapının önünde bir sürü ayakkabı
gördük. Talebenin burada toplandıklarını anladık. Kapıyı vurduk, içeriye
girdik. Öğrenciler, yerde diz çökmüş vaziyette bir kavis teşkil ederek bir
karatahtanın etrafında toplanmış bulunuyordu. Müderris (hoca) Kafkasyalı Numan
Efendi, kasabanın müftüsü idi. Başkomutanla birlikte bizi görünce hepsi birden
ayağa kalktılar.
İçeriye girdikten, müderris ve
öğrenciler ile selamlaştıktan sonra Gazi, burada gördüğü bir sıra üstüne
oturdu, beni de yanına oturttu. Sonra müderrise şu soruyu sordu:
“Hoca efendi dersiniz nedir?”
“Lisan-ül-arabi”
“Yani öğrencilere Arap lisanını
mı öğretiyorsunuz?”
“Evet.”
Gazi bu cevap üzerine
öğrencilerden birini ayağa kaldırdı ve:
“Al şu tebeşiri, tahta başına
geç. Söyleyeceğimi yaz ve Arapçaya tercüme et” dedi.
Hatırımda kaldığına göre Gazi
aynen şu cümleyi yazdırmıştı:
“Eski Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içinde birçok topluluk ile birlikte Arap unsuru da vardır. Bugünkü
milli hudutlarımız içinde ise Arap unsuru yoktur.”
Öğrenci, bir türlü bu metni
Arapçaya çeviremedi. Başka bir öğrenciyi kaldırdı. O da yapamadı. Belki
müderrisin kendisini tahta başına geçirmiş olsa, o da bunu yapamayacaktı. Öyle
hissediyorum ki, Gazi bu öğrencilerden hemen hepsinin yirmi yaşın üzerinde
olduğuna yani, askerlik çağı içerisinde bulunduğuna dikkat etmişti. Bu manzara
üzerine Gazi ayağa kalktı. Biz de kalktık. Hocaya şunları söyledi:“Hoca
Efendi,memleket harp ediyor, istiklal ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böyle
önemli günlerde lisan-ül-arabi ile vakit geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını
cephelerden alıkoyarak bu karanlık odalara tıkmak günahtır. Bir lisan bu türlü
karanlık odalar içinde öğrenilemez. Lisan öğrenmek daha ziyade bir ortam
meselesidir. Akşehir de Anadolu’da, bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan
hiç kimse yoktur. Onun için burada öğrenmeye de lüzum yoktur. Çünkü bugün
Arapça artık ilim ve fen dili değildir. Bir memlekette Arapça bilen
araştırmacılar yetiştirmek memleket ihtiyacı için yeterlidir. Eğer amaç böyle
bir lisan bilen araştırmacı yetiştirmek ise iki tane genç eğitim için Mısır’a
gönderilir. Cami-ül-ezher midir, nedir orada birkaç sene eğitim yaptırılır,
bütün çevresi de Arap olduğu için bu gençler Arap dilini bu surette kolayca ve
daha bilimsel olarak öğrenmiş olurlar. Daha sonra ülkelerine bir yabancı dil
araştırmacısı olarak geri gelirler.”
Son olarak ise Prof. Dr. Yaşar Semiz ve Güngör Toplu’nun bir makalesinden;
“Fahrettin Altay Paşa “Hacıağa ve
Efendiler” diye tanımladığı bu zümre hakkında şunları yazar: “Bunlar varlıklı
kimseler olup hacı olmuşlar, sakallı başları abani sarıklı, eli tespihli,beş
vakit namazını camide kılan,temiz ahlaklı, fakat maddi menfaatlere düşkün basit
kimselerdir. Çoğunun birer dükkânı vardır. Küçük ticaret işleri yaparlar.Asıl
kazançları ise köylülere bankerliktir. O zamanlar Ziraat Sandığı ve Osmanlı
Bankası’ndan başka esaslı bankalarımız olmadığından, halkın kredi ihtiyacını bu
Hacı Ağalar temin ederek bundan kazanç edinirlerdi. Bu kazanca da faiz ismini
vermeyerek,haram sayılmayacak şer’i hileler ararlar ve sanatkâr hacı efendilere
tabii bulunurlardı. Mahalle imamları ve diğer mensupları medreselerin harçları
bu tabakalardan en samimimi arkadaşlarıdır”( Altay, 1970, s. 220).
Bu tabaka, menfaatlerinin bozulmaması için mevcut idarenin istekleri doğrultusunda hareket ederek Saltanat ve Hilafet’e bağlılıklarını bildiriyor ve işgallere karşı direnmeye hazırlanan Kuvayı Milliyecilere sıcak bakmıyorlardı. Bunda yukarıda bahsettiğimiz idareci ve din adamlarının yanı sıra işgalci İtalyanların halka karşı takip ettiği hoşgörülü politikanın da etkisi vardır (Akandere, (t.y.) s. 7).(Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 2017, Cilt 7)
Bu yaşanmışlıklar, ne kadar da zor şartlarda özgürlüğümüzün kazanıldığının birer ispatıdır aslında…
Kurtuluş Savaşı döneminde, hangi zümre mermiden, süngüden, toptan, şarapnelden kaçmışsa, bugün de o zümrenin torunları, hutbede Mustafa Kemal Atatürk’ü yok sayıyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi şartlarda kurulduğundan habersiz, yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda ve en kötüsü de eğitimsiz, kara cahil bir sıfatla yaşamlarını sürdürüyor. Anadolu coğrafyasını Türk yurdu olarak görmekten zül duyarak, arap cehennemine çevirmeye çalışıyorlar güzelim yurdumuzu.
Bugün 30 Ağustos 2021, Başkomutanlık Meydan Muharebesinin 99. yıldönümü ve Zafer Bayramımız. Bizler nefes aldığımız müddetçe Zafer Bayramları kutlanacak ve Türkiye Cumhuriyetimiz ilelebet, özgürce yaşayacak.