Çok değil.
60 yıl önce.
Dünyaya demokrasinin beşiği olarak gösterilen Amerika’da.
İnsanlar ikiye ayrılırdı.
Siyahlar ve beyazlar.
Otobüslere ayrı kapılardan binerlerdi.
Kendilerine ayrılmış ayrı bölümlerde otururlardı.
İlk dört sıra beyazlara aitti.
Siyahlar için arka koltuklar ayrılmıştı.
Bir de orta bölüm var.
Siyahlar orta bölümde ancak boş koltuk varsa oturabilirdi.
Ama bir beyaz ayakta kalırsa, hemen koltuğu ona vermek zorundaydı.
Jim Crow yasaları deniliyordu bu ayrımcılığa.
Gerekçesi; kamu düzeniydi!
Nasıl bir düzense!
50 yıldan fazla yürürlükteydi.
50 yıl boyunca kimse itiraz etmemişti.
Herkes bu ayrımcılığa korkudan kuzu kuzu itaat etmişti.
Tarih 1 Aralık 1955’ti.
Günlerden Perşembe.
Montgomery’de bir kadın çıktığı ortaya.
Adı Rosa Parks’tı.
42 yaşında ufak, tefek biriydi.
Terziydi.
Rosa, iş çıkışı 2857 numaralı Cleveland Bulvarı otobüsüne ön kapıdan bindi.
Ücretini ödedi.
Ama otobüs şoförü James Blake inip arka kapıdan binmesini söyledi.
Rosa denileni yaptı, indi, arka kapıdan otobüse tekrar bindi.
Orta bölüm boştu, oraya oturdu.
Yanında üç siyah daha vardı.
Bir kaç durak sonra otobüse beyazlar bindi.
Ayakta kalmışlardı.
Şoför Blake, siyahların kalkıp beyazlara yer vermesini istedi.
Üç siyah kalktı.
Rosa kalkmadı.
Şoför uyardı.
Rosa direndi.
Otobüste herkes hayretler içindeydi.
İlk kez bir siyah, üstelik bir kadın yasalara karşı geliyordu.
Kamu düzenini bozuyordu!
Polis çağırdı şoför.
Tutukladılar.
Rosa zorla otobüsten indirildi.
Kendisine sert davranan polise sordu.
“Neden beni itip kakıyorsunuz?”
Polis şaşırdı.
Belli ki ilk kez böyle bir direnişle karşılaşmıştı.
“Bilmiyorum ama yasa böyle ve sen de bir tutuklusun.”
Tarih 5 Aralık 1955’ti.
Yağmurlu bir gün.
Rosa’yı mahkemeye çıkardılar.
Adliyenin önü Amerika’nın en büyük sivil itaatsizliklerinden birine şahit oluyordu.
Yağmura rağmen binlerce siyah otobüslere binmeden mahkemeye gelmişti.
Yaklaşık 40 bin kişiydiler.
40 bin yürektiler.
Ayrımcılığa son vermek için boykot başlatmışlardı.
Mahkemede Rosa’ya kamu düzenini bozmaktan 14 dolar ceza verdiler ve tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktılar.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu.
Bir kadının yaktığı kıvılcım ülkede sönmeyen bir ateş oldu.
Montgomery’de binlerce siyah özgürlük direnişi başlattı.
Direniş diğer kentlere de yayındı.
Sivil itaatsizlik artık alev alevdi.
Siyahlar otobüslere binmedi.
İşlerine, evlerine ya yürüyerek, ya birbirlerini özel arabalarına alarak gittiler.
Boykot 381 gün sürdü.
Otobüs şirketi büyük maddi zarara uğradı.
Tarih 1956’ydı.
Yılın son günleri.
ABD Yüksek Mahkemesi sonunda Montgomery’de otobüslerdeki ırk ayrımcılığını kaldırdı.
Artık siyahlar ve beyazlar aynı kapıdan binecek, istedikleri koltuklara oturacaktı.
Rosa Parks artık Amerika’da “Sivil Direnişin Annesi” idi.
Onur direnişi hedefe ulaşmıştı.
Ama bedeli de ağır oldu.
Önce işinden kovdular, hiç bir yerde iş vermediler.
Sonra ölüm tehditleri yağdırdılar.
1957’de Virginia’ya, bir yıl sonra da Detroit’e taşınmak zorunda kaldı.
Mücadeleden hiç vazgeçmedi.
24 Ekim 2005’te 92 yaşında yaşama veda etti.
İnsanlık tarihine Rosa gibi çok kadının eli değdi.
Çoğu tarihin akışını değiştirdi.
Ama ataerkil toplumda bazılarının isimleri unutturuldu, bazılarının mezarları bile olmadı.
İki gün sonra ‘8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ kutlanacak.
8 Mart’ı insanlığa kazandıran Clara Zetkin’di.
Ömrünü devrime adayan kadınlardan biriydi.
Ve onun 1889’da Paris’teki II. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde söyledikleri hiç unutulmadı.
Ve ne acıdır ki, bu sözler bugün de geçerliliğini koruyor.
“İnsan suretindeki her şeyin kurtuluşunu slogan edinmiş olanlar, insan cinsiyetinin bir yarısını ekonomik bağımlılıkla siyasal ve sosyal köleliğe mahkûm edemezler. İşçiler kapitalistler tarafından nasıl boyunduruk altına alınmışlarsa, kadın da erkek tarafından öylesine boyunduruk altına alınmıştır ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmadığı sürece de öyle kalacaktır. Kadınların ekonomik bağımsızlıkları için en gerekli şart çalışmaktır.”
“Kadın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler… Kadının özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda, kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür.”