İstanbul’a henüz yeni gitmişti.
‘’Gel! Özledim.’’ dediğinde bir dakika düşünmedim. Hemen aynı gecenin otobüslerinden birine aldım biletimi. O ise ‘Gitme!’’ dediğimde asla kalmak istememişti. Üniversite okumak için taşındığında uzaklara, bu güzel şehri asla eskisi gibi sevemedim. Onu tanıdıktan üç sene sonra aramıza kıtalar dolusu toprak yığınları girmişti. Ona gerçekten kırgındım. O ise, benim ona kal dediğim için, düşüncesiz biri olduğumu söyleyip bana sitem ediyordu.
Küçük bir çanta değil, büyük bir valiz aldım yanıma. Elimden gelse yanına taşınırdım. Denizli-İstanbul seferini yapacak bilmem kaç numaralı otobüs kalkıyor anonsunu duyduğum an sigaramın son nefesini ciğerlerime aceleyle yolladım. Yerimden kalkarken yarım kalan otogar çayımı da üzüntüyle geride bıraktım. Otobüse adım attığım an, çoğu şeye yorgun olduğumu anladım.
Yarım yamalak uykuların ardından Gebze’de uyandım. Mola yerinde aceleyle yerimden fırlayıp otobüsten hızlıca aşağıya indim. Karayellerin yüzümü uyuşturduğu ağır ayazda bir sigara daha yaktım. Saat sabah beş ila altı arasında bir yerdeydi. Tan yerinin önce bir nokta gibi daha sonra ise ince iplik iplik ağarması ile başlayan o vaktinde güzel ülkemin bilmediğim topraklarındaydım. Hemen bir mesaj attım. ‘’Gelmek üzereyim.’’ diye. Ona Japon Gülü diye hitap etmediğim için aramızın bir hayli bozuk olduğunu tekrar anladım. Aynı hızla cevap verdi. ’’Bekliyorum.’’ diye. Uyumamış ya da hissedip uyanmıştı o anda bilmiyorum. Soramadım.
Dudullu’ya vardığımızda bana artık otobüsten ayrılmam gerektiği ve yolculuğumun sonlandığı söylendi. O kuru soğuk ise bir anda hızlıca yağan bir yağmura dönüşmüştü. Servise binip Kadıköy’e doğru giderken ‘’Hay Allah ıslanacak.’’ deyip durdum. İçimdeki kırgınlık büyük bir heyecan ile yer değiştiriyordu.
Şemsiyesiyle gelip beni beklediğini gördüğüm an hemen attım kendimi dışarıya. Bir süre ona doğru adım atamadan baktım uzaktan. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki yürüyemedim ona doğru. Yürüsem düşerdim belki. Bilmiyorum. Ortada buluşup sarıldığımızda İstanbul’un tüm keşmekeşi hatta bu dünyanın tüm dertleriyle irtibatımın kesildiğini hissettim. Beraber onca yağmurda ıslanmıştık ama böylesi daha önce olmamıştı. Zaten ben de onun kirpiklerinde gözyaşı olmayan her damlaya razıydım. Biraz ıslanmak hiç de fena olmadı.
‘’Kahvaltı yapalım mı?’’ dedim. Kahvaltı yapmayı çok sevdiğini biliyordum. Başını sallayarak beni onayladı. Gözlerinin ışığı, henüz tam olarak aydınlanmamış olan yedi tepeli şehrin tüm karanlığını yok ediyordu. Onu tüm kalbimle sevdiğimi bir kez daha hissediyordum.
Bir hafta kaldım yanında. Daha sonra ‘’Artık Denizli’ye dönmem lazım.’’ dedim. ‘’Gitme!’’ dedi. Art arda iki sigara birden yaktım. Gitmek istemiyordum. Beni yolcu ettiğinde ikimiz de ağlıyor ve bunu birbirimizden saklamıyorduk. O gün onu bir kez daha göremeyeceğimi bilmiyordum. Denizli’ye geldikten kısa bir süre sonra bir şeylerin yolunda gitmediğinden veryansın ediyordu. Ayrılmak istediğini söyledi. Attığı o ayrılık mesajının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçti. Beni tanıştırdığı arkadaşlarından bir tanesiyle sevgili olduklarını hatta birlikte Amerika’ya gittiklerini bile öğrendim. Sadece öğrenmekle de kalmadım. Günlerce hatta aylarca üzüntüden uyuyamadım.
Hayat böyle işte. Geride bırakılmış bir otogar çayına hüzünlenirken, ondan daha da kolay bir şekilde vazgeçildiğini hatırlatır insana. Yıllar sonra o iki şeyi aynı paragrafın içine konu eder. Sen ise annen üzüldüğü için sigarayı aylar öncesinden bırakmışsındır ve bir sigara bile yakamazsın bu duruma. Uzaktan, çok uzaktan unutmaya çalışmaz ve unutamazsın.
‘’Gel! Özledim!’’ diyenin olmadığında de yarım kalan demli çaylarla birlikte bir şehrin adını duyduğunda sadece damarlarına kadar korkarsın. Korkar ve unutamazsın.