TÜRKLER ARASINDA EN UTANÇ VERİCİ SUÇLARDAN BİRİ DE, HIRSIZLIKTIR!
Yıl 1960, David Hotham isimli bir yazar 1960’lı yıllarda Türkiye’deki izlenimlerini “Türkler” adlı kitabında yazıyor ve diyor ki:
“Türkler arasında en utanç verici suçlardan biri de, hırsızlıktır. Büyük şehirler dışında hırsızlık hemen hiç bilinmez. Ben, Türk hapishanelerini, büyük ve kalabalık hapishaneleri de gezdim. Buralarda hırsızlıktan yatan bir kişi bile yoktu. Bir hırsız hapishaneye düştü mü, ötekiler yüzüne tükürür ve hakaret ederler. Hırsızlar, katillerin bile yararlandığı genel afların dışında bırakılırlar. Pek çok kimse bunun haksızlık olduğunu düşünebilir. Ben de, öldürülmektense soyulmayı tercih ederim. Ama Türkler, çalmak fiilinden nefret etmeyi alışkanlık durumuna getirmişlerdir.”
Bize ne oldu? Biz ne ara hırsızlığı normal algılar olduk?
“Belediye otobüslerine binerken, bilet kontrolü yapılmasa, yani halkımızın bilet atmama şansı olsa, yüz kişiden sadece bir iki kişi bu hırsızlığı yapar” sözlerini hep söylerim ve inanırım. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Yazılı, Görsel ve sosyal medyaya bakarsak; sanki etrafımız yalancı, sahtekâr, hırsız, dolandırıcı, katil ve benzeri kişiler ile dolu. Her gün bunlarla ilgili bir haber mutlaka var. Bu açıdan bakıldığında benim sözlerim son derece anlamsız gibi gözüküyor.
Ancak, medyada yer almayan, yer alma ihtimali olmayan “gerçek hayat” var. Orada döviz bürosundan aldığı fazla parayı getiren helal süt emmiş bir genç kızımız var. Aynı döviz bürosunda verilecek para sayılırken, fazla olduğunu görüp, uyaran yaşlı amcam var. ODTÜ’de gözleri görmeyen kişinin işlettiği dükkânda parayı kendi verip, üstünü kendi alan öğrencilerimiz var ve o kasa bir kuruş açık vermiyor. Bu ülkede annesi yaşlılıktan engelli ve bakıma muhtaç hale gelen evlatlara “devlet bakım için ücret veriyor” dediğinizde, benim anneme bakacak gücüm var, bu parayı almak istemiyorum diyen inşaat ustası var.
Hep söylediğim gibi bunların haber değeri yok, ya da bize öyle söylüyorlar. Bunları “nasıl olur da haber yapabilirim” diye uğraşan bir gazetecinin de olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle birisi olsa, bunun için kafa yorsa ve emek harcasa, bunlar da mutlaka izlemekten zevk duyacağımız haberler haline getirilebilir.
İyiler zaten haber olmuyor. Üstüne üstlük biz de kendi aramızda konuşurken, her zaman birilerinin kötülüklerini anlatıp durunca, etrafımız hep kötülerle doluymuş gibi bir algı oluşuyor.
Bunun sadece bir algı olup olmadığını anlamak için herkes kendi çapına küçük bir değerlendirme yapabilir. Bir kâğıdın üzerine kendi adınızı, ailenizde, işyerinizde, mahallenizde, köyünüzde, şehrinizde ve ülkenizde tanıdıklarınızı yazın. Çok vakit alır diyorsanız sadece düşünün. Acaba bu kişilerin içinde kesinlikle kötü diyebileceğiniz kaç kişi vardır? Burada hata yapanları değil; kesinlikle “hırsız, sahtekâr, katil” diyebileceğiniz kadar suçları sabit olanları belirleyin. Bu belirlemeyi yaparken de lütfen o kişilerin yüzlerini gözünüzün önüne getirin.
Ben bunu yaptığımda tüm tanıdıklarımın için en fazla iki ya da üç kişiyi tespit edebiliyorum. Bu da neredeyse on binde bir eder.
Gerçek bu iken niye birbirimize güvenmiyoruz?
Neden birbirimize kötü ya da her an kötülük yapabilecek muamelesi yapıyoruz?
Yoksa birileri öyle mi istiyor?
Oluştukları algı dünyasında ne görürsek ona mı inanıyoruz?
Size bir örnek daha vereyim. Geçen yıl TRT Belgesel Kanalı, Denizli Güvercinleri Belgeselinin çekimlerini yaptı. Ben de onlara Denizlili bir güvercin sever olarak yardımcı olmaya çalıştım. Gayet güzel bir çalışma oldu. Toplam 20 saatlik çekim yapıldı ve bunların içinden titiz bir çalışma ile 28 dakikalık bir belgesel ortaya çıktı. Yönetmenimiz Fatma İffet Yöntem idi. Haziran ve Eylül aylarında olmak üzere iki ayrı haftada çekimler yapıldı. Bu çekimler sırasında yönetmemiz Fatma hanımın şu sözlerini hala unutamıyorum:
- “Denizli’ye güvercin belgeseli çekmeye gidiyorum” dediğimde, herkes “genç başınla nereye gittiğinin farkında mısın? Diye sordu. (Çünkü kafalarındaki manzara şu idi: yedi katlı binanın çatı katına çıkılacak, etrafta bira şişeleri, hatta cigaralıklar olacak ve orada gözlerini sana dikmiş onlarca erkek…) Ancak sizinle bir hafta boyunca dolaştık, Denizli’nin değişik mahallelerine gittik. Fabrika sahiplerinden inşaat ustalarına kadar birçok kişi ile görüştük. On beş yaşından altmış yaşına kadar birçok kişi çekim yaptık. Hepsi de işi gücü, ailesi olan gayet saygılı insanlardı. Bana söylendiği gibi serseri tipli insanlar değillerdi.
Gerçekten de öyledir. Denizli’de binin üzerinde güvercin sever vardır. Bunların hepsi de yönetmenimiz Fatma İffet Yöntem hanımın anlattığı gibi insanlardır. İçlerinde elbette ki her grupta olduğu gibi hata yapanlar vardır. Ancak bu tüm güvercin yetiştiricilerinin kötü olduğu anlamına gelmez. Bildiğiniz gibi “kötü örnek, örnek olmaz”.
Belki de yapılmak istenen şu. “Herkes kötüdür” algısı oluşturulduğunda; gerçek hırsızlar da hoş görülebiliyor. Böyle bir durumda kafalardaki algı şu: “Zaten herkes hırsız, o sadece biraz daha fazla hırsız.” Hâlbuki hiç kimse hırsız değil. Bu ülke asgari ücretle yaşayıp, harama el uzatmayanlarla dolu… Hırsız olanlar yüzde bir ya da iki…
Son olarak bu konuda David Hotham’ın 1960’lı yıllarda Türkiye’deki izlenimleri yazdığı “Türkler” adlı kitabından bir cümle paylaşmak istiyorum.
“Türkler arasında en utanç verici suçlardan biri de, hırsızlıktır. Büyük şehirler dışında hırsızlık hemen hiç bilinmez. Ben, Türk hapishanelerini, büyük ve kalabalık hapishaneleri de gezdim. Buralarda hırsızlıktan yatan bir kişi bile yoktu. Bir hırsız hapishaneye düştü mü, ötekiler yüzüne tükürür ve hakaret ederler. Hırsızlar, katillerin bile yararlandığı genel afların dışında bırakılırlar. Pek çok kimse bunun haksızlık olduğunu düşünebilir. Ben de, öldürülmektense soyulmayı tercih ederim. Ama Türkler, çalmak fiilinden nefret etmeyi alışkanlık durumuna getirmişlerdir.”
Bu sözleri kendiniz ve arkadaşlarınız için bir daha düşünün… Bence hala doğru…
Hata yapanların yüzünden herkesi aynı kefeye koymayın…
Bir de her şeye rağmen suçu işleyenlere gereken cezanın verilmesini sağlayın…
Dostlukla…
02.02.2018