Ben televizyonun, sinemanın ve futbol maçlarının olmadığı bir dünyada yaşamadım. Televizyon, sinema ya da futbol maçlarının etkisi midir bilinmez, ne yazık ki hayatı film seyreder gibi yaşıyoruz. Etrafımızda canlı-kanlı yaşanan olayları sanki bir film kabul ediyoruz.
İzlediğimiz filmin türüne göre de geriliyoruz, korkuyoruz, ağlıyoruz ya da kahkahalarla gülüyoruz. İzlediklerimizi bir film kabul ettiğimiz için filmde hiç bir şeyi değiştiremeyeceğimizi biliyoruz. Belki de bu yüzden etrafımızda gerçekleşen o kadar olumsuz olayları düzeltmek adına hiç bir çabanın içerisine girmiyoruz. Filmlerde kötü adamlar ve kahraman vardır. Film başlar, filmin sonuna kadar kahramanımız kötü adamlara engel olur ve onlara gerekli cezayı verir. Bu cezanın verileceğinden de eminiz. Çünkü filmler mutlu sonla biter...
Hangi filmlerden mi bahsediyorum? Benim izlediğim filmlerin içinde beni en fazla üzenlerin başında depremler vardır. Bunda da inşaat mühendisi ve akademisyen olmam elbette etkilidir. Bazı deprem filmlerini de yerinde izledim. 17 Ağustos 1999 depremi ve 1998 Adana-Ceyhan depremi ardından oluşan görüntüleri yerinde gördüm. Bunun yanında diğer depremleri televizyon başında izledim. Göçük altından gelen her bir kardeşimizin ölüm haberinden üzüldüm. Hatta ailecek ağladığımız da oldu. Son günlerde Mısır’da ölümleri seyrettik. Irak’ta Türkmen kardeşlerimize diğer insanların ölüm haberlerini aldık. Soma’daki felaket içimizi yaktı. Gazze’de ve diğer yerlerde olanlar hep canımızı acıtıyor. Bu filmlerin bazıları kısa, bazıları uzun metrajlı… En son uzun metrajlı olan film ise Gezi olayları idi. İster kısa, ister uzun, o film de bitti.
“Filmleri” seyrederken verdiğimiz tepkiler konusunda kendimize haksızlık yapmayalım. “Filmler” gösterimde iken; ister televizyon karşısında, ister işte, kahvede, kendi aramızdaki sohbetlerde “bize göre kötü” olan adamlar hakkında en ağır sözleri söyledik. Sokağa çıkıp yürüyüş, miting ve gösteri yapanlarımız da oldu. Bir de son zamanlarda sosyal medyayı da kullanır olduk. Sosyal medyada da gerekli hakaretleri, aşağılamaları “bize göre kötü” olanlara fazlasıyla yaptık. Çoğuna hala internet üzerinden erişilebiliyor. İsteyenler tekrar bakabilirler.
Peki sonuç ne oldu? Bu filmleri izlemenin dışında bir şey yapabildik mi?
Başta kendi yaşantımız olmak üzere bir şeyler değişti mi?
Mesela ben artık depremde yıkılacak binalar inşa etmeyen mühendisler yetiştirmeliyim dedim mi?
Bu konuda ders notlarımı, ders içeriklerini değiştirdim mi?
Soma’da yaşananlar bir daha yaşanmayacak diyebiliyor muyuz?
Kendimize ben bu konuda ne yapabilirim diye sorduk mu?
Yoksa hiçbir şey değiştiremeyeceğimize mi inanıyoruz?
Bize sadece söylenip durmayı ama bir şey yapmamayı mı öğrettiler?
Peki o zaman niye birbirimize en ağır hakaretleri yapıp duruyoruz?
Bizim tarihimize baktığımızda neleri değiştirdiğimizi hepimiz biliyoruz. Bu yüzden bir şeyleri değiştirmek bizim için ulaşılmaz ve inanılmaz değil. Hatta bu konuda bilge kağan belki unuturlar diye taşlara şu sözleri yazdırmış:
-Ey Türk milleti silkin ve kendine dön, bunların hepsi kendi benliğinden uzaklaştığın için oldu…
Tarihimizden o kadar çok örnek verilebilir ki… Bugün dilerseniz, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre, Ahiler dönemini bir hatırlayalım. Bu zatların hepsi aynı dönemde yaşamış. Bu konuda İskender Pala’nın “Od” romanını okumanızı tavsiye ederim. O kitapta o dönem çok güzel tasvir edilmiştir.
Onlar, obalarını yeni yerleştikleri yerlere kurmuşlar. Ardından Tapınak Şövalyeleri gelmiş, obalarını yerle bir etmiş. Daha sonra yeni yeni toparlanırken Moğollar gelip bir daha yakıp yıkmışlar. Bu şartlarda bir de çocuklarını, eşlerini, ana ve babalarını şehit vermişler.
İşte böyle bir ortamda bile onlar, - kaderlerine razı olup olanları bir film gibi seyretmek- yerine “ne yapabilirizin” peşine düşmüşler. Sonuçta bu kadar kötü şartlarda başarılı da olmuşlar.
Peki nasıl başarmışlar? Mesela Yunus Emre nasıl Yunus Emre olmuş?
Bizim bu konuda bildiklerimizin arasında “Yunus Emre’nin Taptuk Emre’nin yanında 40 yaşına kadar odun taşıdığı” vardır. Bu hikayeyi hepimiz biliriz. Bununla birlikte bu hikayeye gizliden gizliye uhrevi bir anlam yükleriz. Sanki Yunus Emre sadece odun taşımıştır, bu şekilde çile çekmiş ve bir lokma bir hırka yaşarken birden bire değişmiştir. Sonunda aniden bizim Yunus olmuştur. Ya da tüm mürşitlerde olduğu gibi Taptuk Emre’de de ilahi bir güç vardır ve Yunus Emre’yi zamanı geldiğinde değiştirmiştir. Sanki birileri bizim böyle düşünmemizi isterler. Gerçek şu ki: böyle “sadece çile çekerek, vakti geldiğinde oluşan” değişim hiçbir zaman olmamış olmayacaktır.
Peki ne vardır? Aslında Hacı Bektaş-ı Veli’de başlayan, Taptuk Emre ve Mevlana’ya uzanan bir eğitim vardır. Yunus Emre 40 yaşına kadar sadece odun taşımamış, sürekli eğitilmiştir. Bu eğitimin içinde dini ilimler, sosyal ilimler, usul ve edep vardır. Hatta bu eğitimlerin içinde günümüz tabiri ile “iletişim teknikleri” bile vardır. Bu eğitimler tam olmadan Yunus Emre Anadolu’ya gönderilmemiştir. Bu çok ve en önemli ayrıntı hep gözümüzden kaçıyor ya da kaçırılıyor.
Jim Rohn da bu konuda şunları söylüyor.
-Devletin verdiği resmi eğitim size bir iş kazandırır. Kendi aldığınız eğitim ise bir servet…
Biz ne yazık ki okulların bize verdiği eğitimin dışında herhangi bir eğitim almıyoruz, kendimizi geliştirmeye çalışmıyoruz. Yani Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli, Taptuk Emre ve Mevlana’dan aldığı değerleri alamıyoruz. Yunus Emre olamıyor ve Yunus Emre’nin bıraktığı izleri bırakamıyoruz.
Biz hayatı film seyreder gibi yaşıyoruz. Bir film bitiyor ve biz sıradaki filmi bekliyoruz.
Halbuki yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki… Yeter ki isteyelim….
Dostlukla