Her orman yandığında, her ağaç katliamında ilkokuldayken öğretmenlerimizle birlikte diktiğimiz ağaçlar gelir aklıma, “Acaba benim diktiğim ağaçlar da yanmış mıdır? Ya da, birileri tarafından kesilmiş midir” diye düşünürüm.
Arkadaşlarım ve öğretmenlerimle birlikte kim daha fazla ağaç dikecek diye girdiğim yarışlar gelir hep aklıma nedense?
Sahi; şimdilerde de yine okullarda ağaç dikmek için gidiliyor mu? Yarışlar yapılıyor mu yine? Kim daha çok ağaç dikti? Kimin ağacı daha çabuk büyüyecek diye kafa yoruyor mu çocuklar? Yoksa sadece yanan ormanların, kesilen ağaçların haberlerini mi izliyorlar?
Çocuk olmakta zor değil mi bu zamanda? Hayal kurmak daha da zor elbette… Kocaman kocaman adamlar ağaçları kesiyor, ormanları yakıyor, ülkeyi talan ediyor.
Bir taraftan fotosentezi öğreniyor yavrular, bir taraftan ormanların önemini, yağmurun nasıl yağdığını falan okuyorlar.
Diğer taraftan da her gün haberlerde orman yangınları, kesilen ağaç haberlerini izliyorlar. Çocuklar neyin hayalini, nasıl kursunlar ki? Kafalarını çevirdikleri her yerde başka bir çelişki…
Ormanlar ve çocuklar niye bağdaştırıp yazıya böyle başladım ki?
Bir ağaçta tıpkı çocuk gibi yetişmiyor mu? Bir ağacın yetişmesi de yıllar almıyor mu?
Ondan belki de! Dur bakalım yazının sonu nasıl bitecek bende merak ediyorum.
Çocukluğumdan çıkabilirsem yazıma devam edeceğim, tasarlanmış bir yazı değil… Sosyal medyada gezinirken her paylaşımda ciğerlerimizin yandığını görünce darlandım, ondan bodoslama daldım yazıya…
Ülkemin her yerini talan ettiler. Fersah fersah sattılar yetmedi. Dağlarından yağ, ovalarından bal akan ülkemde siyanürle altın aramaya kalktılar. Yüz binlerce ağaçları kestiler yetmedi. Kaynaklarımızı yabancılara sattılar yetmedi… Dağlarımı tükettiler, denizleri ranta açmak için ağacı, ceylanı, kuşu, börtü böceğiyle birden ateşe verdiler…
Ülkem yanıyor, ülkem yangın yeri…
Doğa bir taraftan intikamını alıyor. Her gün ayrı bir yerde sel felaketi, heyelan, depremler. Denizler dolduruluyor, yerine gökdelenler dikiliyor.
Doymadınız yemelere, doymadınız yalanlara, dolanlara, talanlara…
Vurduğunuz her kazmada, kestiğiniz her ağaçta, yaktığınız her ormanda bu halkın emeği ve hakkı var unutmayın. Gerçi siz kim, halkı düşünmek kim?
Din, Allah, kitap diye diye, soydunuz milleti… Hayatımın hiçbir döneminde din bu kadar yozlaştırılmadı. Hayatımın hiçbir döneminde kadınımız bu kadar alçaltılmadı. Hayatımın hiçbir döneminde çocuklarımızın, gençlerimizin hayatı bu kadar ucuz olmadı. Anneler babalar hiç bu kadar korkulu rüyalar yaşamadı. Hayatımın hiçbir döneminde hayvanlar böyle işkence görmedi, hayatımın hiçbir döneminde yeşile bu kadar düşman olunmadı.
Ve… ben ben olalı insanlar hiç bu kadar sevgisiz ve birbirine düşman olup, ötekileştirilmedi…
Demiştim keşke çocukluğuma kadar inmeseydim diye…
Çünkü ben çocukken çok mutluydum. Çünkü biz çocukken bile ağaç dikerdik, yeşile özen gösterirdik. Üretirdi büyükannelerimiz, büyükbabalarımız. Sattıkları mahsulün parası gelecek yaza kadar yeterdi. Biz çocukken teknoloji yoktu belki ama sevgi vardı saygı vardı, güven vardı.
Biz çocukken yurdum insanı vardı, yabancılar da, turist olarak Pamukkale’ye gezmeye gelirlerdi. Yabancı konuşan insanları da yazları görürdük sadece… O zamanlar, çat pat konuştuğumuz yabancı dilimizle yardım etmek için deli olurduk turistlere… Ama giderlerdi sonra ülkelerine…
Şimdilerde herkes yabancı, herkes yabancı bir dil konuşuyor. Sokakta dolaşırken de, bizlere de omuz atıp geçiyorlar.
Kendi ülkemizde mülteci gibi yaşıyoruz yani…
Ne demişti Nazım;
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...
Ulu Önder Atatürk ve silah arkadaşları bu ülkeyi bize ve çocuklarımıza emanet etti. Bu ülkenin her bir karışı bizim. Bu ağaçlar, dağlar, denizler bizim.
O halde, hep birlikte ülkemize sahip çıkalım.
Var mısınız?